30 Nisan 2009 Perşembe

Türkiye'nin en güzel kızları

Miss Turkey 2009 Güzellik Yarışması'nda birinciliği, Almanya'dan katılan Ebru Şam kazandı.

30.04.2009 00:51
TİM Maslak Show Center'da, Doğuş Yayın Grubu tarafından organize edilen güzellik yarışmasının sunuculuğunu, Emre Altuğ ve Burcu Esmersoy yaptı.

FOTO GALERİ İÇİN TIKLAYIN

Yarışmanın jüri üyeliklerini; Miss Turkey Başkanı Özcan Sandıkçıoğlu, gazeteci Güneri Civaoğlu, Prof. Dr. Onur Erol, Okan Bayülgen, Serdar Bilgili, Acun Ilıcalı, Yıldırım Mayruk, Miss Turkey 1997 Güzeli Çağla Şikel Altuğ, Miss Turkey 2005 güzeli Hande Subaşı, 15 yaşında Türkiye Güzeli seçilen sanatçı Nebahat Çehre, iş kadını ve Miss Turkey 1991-Miss World Yarı Finalisti Aslıhan Koruyan Sabancı üstlendi.

Yarışmada 20 finalist arasından birinciliği Almanya'dan Ebru Şam, ikinciliği İzmir'den Senem Kuyucuoğlu, üçüncülüğü Almanya'dan Ebru Hacıbedel ve dördüncülüğü İzmir'den Begüm Yılmaz kazandı.

Doğuş Yayın Grubu, Diyarbakır Lice'deki terörist saldırıda 9 askerin şehit olması nedeniyle Kral Tv ve Cnbc-e Televizyonu'ndan canlı yayın yapmama kararı aldı. Yarışmanın daha sonraki günlerde banttan yayınlanacağı açıklandı.

Gecede, Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'yi temsil edecek Hadise ve klarnet sanatçısı Hüsnü Şenlendirici sahne aldı.

Yarışmada, dereceye giren güzeller, Avrupa, dünya ve kainat güzellik yarışmalarında Türkiye'yi temsil edecek.

Eurovision Hadise'yi 5'e katladı

Konser fiyatlarını bakın nasıl arttırdı?

Moskova'da düzenlenecek olan Eurovision'da Türkiye adına yarışacak olan Hadise, temsilciliği sayesinde konser fiyatını 5'e katladı. Bugün'de yer alana habere göre, geçen yıl konser başına 6 bin euro (12 bin TL) alan Hadise, ücretini 30 bin euro'ya (60 bin TL) çıkardı. Yeni fiyatıyla yurtiçi ve yurtdışında konserler veren şarkıcı, böylece yarışmayı paraya çevirmeyi başarmış oldu.

BU ALANDA REKOR KIRDI

Sanatçıların menajerleri, Hadise'nin ücret artışının bu alanda bir rekor olduğunu belirterek, daha önce ne Sertab Erener ne de Kenan Doğulu'nun Eurovision temsilcisi olduktan sonra ücretinin bu şekilde katlanmadığını söyledi.

Derya Baykal'ın gözyaşları


Tiyatro sanatçısı Derya Baykal, katıldığı Medyatik programının canlı yayınından hemen önce aldığı bir haberle çok üzüldü.

Televizyon gazetesinin haberine, Baykal, Amerika'da bulunan kızının hastaneye kaldırıldığını ve apandisitinde sorun olduğunu belirtti.

Baykal, "Anne olunca bir şeyleri anlayabilmek çok daha kolay. Anneler çok daha iyi anlıyor. Beni Fulya Terim aradı. O bir tanedir. Özel bir insandır. Beni yönlendiriyor" dedi.

Derya Baykal, sanatçıların yaşadıkları tüm zorluklara karşın işlerini hiçbir şey yokmuş gibi yapmaları gerektiğine vurgu yaptı.

Nihal Bengisu Karaca: "İki mahalleden de değilim"

Gülin Yıldırımkaya: Öncelikle hoşgeldiniz Habertürk'e. Ne değişti hayatınızda 3 haftadır? Mutlu musunuz?

Nihal Bengisu Karaca: Mutluluk göz teması kurduğun anda kaçıveren kedilere benzer, o yüzden hiç o tarafa bakmamaya çalışırım. Biraz da, ancak elden gittiği zaman anlaşılan bir değerdir. Kendimi tartıyorum, üç ay önce ne hissediyorsam, hala onu hissediyorum, demek ki mutluyum

Habertürk'e geliş öykünüzü anlatır mısınız? Ne hissettiniz teklif aldığınızda?


Teklif anı güzeldi. Bir Yeşilçam filmi parodisi gibiydi, muzipti. Ayrıca Kenan bey’in merkez medya havalisinde çok az rastlanılan bir duyguyu
verebilmesi, güven verici olması oldukça önemliydi. Fatih Altaylı’yı çok sert, kavgacı ve özellikle dindar insanlarla uzlaşmazlık içinde olmayı
kendisine şiar edinmiş biri olarak görüyordum. Biraz araştırınca kafasına yatmayan hemen her şeye ve herkese karşı tavır alan ve yanlışı olduğu
zaman da tashih etmekten çekinmeyen bir portre olduğunu hissettim. Tanıştığımızda beklediğimden çok daha medeni bir diyalog oluştu.
İnsanların birlikte çalışabilmesi için birbirlerinin tüm geçmişlerini ve fikirlerini yüzde yüz onaylamaları gerekmiyor zaten. Son günlere kadar herşey iyiydi diyebilirim

Zaman'da yazdığınız veda yazısı, Zaman'ın internet sitesinde bütün gün
manşette tutuldu. Duygusal ve zor bir veda olduğunu tahmin ediyorum. Nasıl tepkiler aldınız arkadaşlarınızdan, Ekrem Bey'den?


Okuruma veda etmiş saymıyorum aslında kendimi. İyi ve sadık okur sizi nerede olsa bulur. Öte yandan iş arkadaşlarıma, alıştığım ortama veda etmek elbette oldukça güç bir şeydi. Ekrem beyin beni yargılamasından da ürküyordum işin doğrusu. Çünkü yargısız infaz yaptığını sandığınız pek çok kere, görürsünüz ki isabet ettirmiş. Herşey zamanla anlaşılır yani, gazetenin
sloganında olduğu gibi. O yüzden beni anlaması benim için önemliydi.
Anladı mı bilmiyorum, ama en azından ikna olmuş gibiydi.

Zaman'daki okurlarınız sizi Gazete Habertürk'te de takip ediyordur söylediğiniz gibi, yanısıra yeni bir kitleye de hitap ediyorsunuz artık. Ne gibi tepkiler alıyorsunuz eski ve yeni okurlarınızdan? Mesela eski okurlarınız değiştiğinizi düşünüyor mu, yeni okurlarınız sizi nasıl buldu?

Bu değiştin değişmedin hikayesi aslında çok gülünç. Bireye saygı duymayan ve insanın kendisine özgü bir varoluşunun olmadığı ön kabulu vardır bu
‘değiştin-değişmedin’ alarmında. İnsanın içinde bulunduğu cemaat, klan ya da camia ya da cemiyet ile bir anlam ifade ettiği yargısı vardır.
Birincisi boyacı küpüne girmek gibi bir şey değil iş değiştirmek. İkincisi değişmek için bir sebebim olmalı? Niye değişeyim ki? Ben zaten
bireyselliğine düşkün biriydim yine öyle. Standartlarım zaten iyiydi. Böyle kalkıp Nihal Bengisu’yu habertürke geçtikten sonra
asortik mekanlara filan gidiyor diyemezler çünkü muhtemelen o yerler on yıldır gittiğim yerlerdir. Hem yeni sosyal imkanlar demek her zaman değişmek değildir, gelişmek de gelebilir bunun ucunda. Tabii benim eski okurlarım arasında rahatsız olanlar mevcut. İdeolojik gerekçeler bir yana, merkez medya
plazalarıyla ilgili tuhaf efsaneler vardır bizim kesimde. Bir grup, plaza insanının koridorlarda öpüşen, sadece otomobil ve şarap konuşan, birbirinin altını oyan,
dostluk ve sadakat hissinden uzak, eğlenmeye haddinden fazla önem veren çığrından çıkmış bir tür olduğunu sanıyor. Benim tanıştığım
kimseler çocuğunun okul servisiyle dersiyle kursuyla işiyle gücüyle meşgul insanlar yani. Ama dışarıdaki algı daha farklı. Bu yerlerde bulunan
kişiler de ya huyundan ya suyundan bir noktada etkilenir, dünyevi ihtiraslara kapılır, kariyerist heveslerle değerlerini satar, giderek nefsine
yenik düşer ve bu yenilgisini rasyonalize etmek için ideolojisini de değiştirir gibi zımni bir kabul var. Oysa ortada sizi döve döve değiştirecek bir irade, bir gayret göremiyorum . Hem bilmiyorum, köşe yazarı dediğin okuruna belirli bir hayat tarzını da borçlu mudur? Kendisini bir kanaat önderi olarak lanse etmediği sürece bence değildir. Yazar dediğinin okura borçlu olduğu tek şey ‘yazı’dır, fikirdir gibi geliyor bana. Üstelik hayat tarzı örtüşmesi ayrışması bir yana; okurun iyi ve doğru olduğunu düşündüğü şeyle,
yazarın iyi ve doğru olduğunu düşündüğü şey arasındaki makas zaman zaman açılabilir, bu makas her açıldığında ‘vaay sen değiştin’ ya da gazete değiştirdin ama kendin bi’ türlü değişemedin diyen herkesi dinlersen hiçbir şey yazamaz hale gelirsin. Okuru ciddiye alırım ama herşeyin bir sınırı var.

Yeni bir yerde yazmaya başlayınca bir kafa karışıklığı oluyor mu, yeni bir kitle okuyor diye düşünerek mesela, üslubunuzda yada konu seçiminizde
tereddüte düşüyor musunuz?

Yazının ana fikri konusunda tereddüte düşmem, ama uslub konusu elbette önemli. Yazdığınız mecranın değişmesi yeni bir eve taşınmak gibi. Bazı
fazlalıkları elden çıkarmanız gerekir, yeni eşyalar almak gerekir, evi yeniden dekore etmeniz gerekebilir, fakat sizin için hayati değerde olan
şeyleri yeni bir eve taşındım diye atmazsınız.
Konu seçimi değil de, daha kısa yazma , parçalı bölümlü yazı beklentisini karşılama işine tam adapte olamadım daha. Buna alışmaya çalışıyorum.

Kadın yazarların işi zor, erkeklerden yazar diye bahsediliyor, kadınlardan nedense kadın yazar diye.. Bir de başörtünüz olunca 'türbanlı yazar'
tanımlası giriyor devreye -ki böyle tanımlanmaktan rahatsız olduğunuzu biliyorum-, bu daha da zor olsa gerek. Tedirgin misiniz yazarken, insanlar beni belli önyargılarla okuyor olabilir, yazdıklarımdan farklı anlamlar çıkarabilirler hissine kapılıp kendinizi kısıtlıyor musunuz hiç?

Kadın yazar demek zaten ‘tekinsiz insan türü’ demektir, okura alttan alta ‘ aman ha dikkat et okurken, mesafeni koy, bakarsın hatun kişi muayyen
dönemindedir lohusa sendromu yaşıyordur, saçmalıyor olabilir’ mesajı vermek demektir ‘kadın yazar’ demek. Türbanlı yazar tanımlaması ise aslında
yazar değil ama kendisini yazar diye tanımlıyor idare ediverin anlamına gelir. Türbanlı yazar, kadın yazardan daha aşağı bir kategoridir bir yerde,
ama kadınlık durumundan yırttığı da varsayılır gizliden gizliye ve bu durum türbanlı yazarın kanaat önderi vasfını çok çabuk kazanmasına neden olur
aynı zamanda. ‘İslamcılığı’ elde birdir, ‘muhafazakar’lığı elde birdir, bir tartışma proğramına bir tane başörtülü koydun mu ‘islami görüş’ün ya da
‘muhafazakar kesim’ in tümüyle temsil edildiği varsayılır; ama o kadın arada bir, başörtüsüne rağmen bazı konularda beklenilenin aksine tutum
takınıyorsa bu iki tarafı da bozar. Bu bozulma hali de hemen şöyle rasyonalize edilir: İslami kesimin marjinal kadın yazarı…Muhafazakar kesimin
aykırı sesi. Bu da aslında şuradan gelir: İslamcıysa ya da başörtülüyse yazar olamaz, yazar olabiliyorsa mutlaka aykırıdır, marjinaldir. Ama dediğim gibi, bunları çok ciddiye alırsak tıkanırız..


O zaman ‘yazar’ olarak Nihal Bengisu’ya sorayım, benim gözlemlediğim bir şey var, 90 lı yıllarda İslamcı entelektüeller şiddetle karşı çıkardı modernliğe. AK parti iktidarıyla modern muhafazakar bir kimlik belirgin olmaya başladı. Modern-muhafazakar kalıbı size erdemli bir hali mi çağrıştırıyor, yoksa bu sadece bir durum mu?


Modernizm eleştirisi modernliğe karşıt bir tutum değildir aslında, özünde modern bir tavırdır. Nitekim ancak modern olabilen bir düşünce moderniteye eleştiri getirebilir; siz hiç geleneği bütün müktesebatı ile içselleştirmiş, onun kalıplarna uygun bir yaşam süren ve canhıraş modernizm eleştirisi yapan birini gördünüz mü? Bu minvalde nasıl ki kapitalizmi çok sert bir şekilde eleştiren solcuların bir kısmı sonradan reklamcı olmuştur, çünkü eleştirmek adına da olsa çok iyi anlamışlardır piyasa mekanizmasını, buna benzer şekilde, modernizm eleştirisi de yerini yapıya entegre olmayı getirdi İslamcı kesimde. Nitekim bugün eski İslamcıların modern yaşamında bir tökezleme, bir sürçme, bir adaptasyon zorluğundan filan bahsedilemez. Dışarıdan adaptasyon kusuru gibi görünen şeyler gayet istençli ve bilinçli şekilde direngen kalınmak istenen noktalardır ya da modernliği meşrebine uydurmak ile ilgilidir. Çünkü tersinden de olsa iyi çalışılmış oldu bu ders.

Peki ne oldu da eleştiriden entegrasyona geçildi?

28 Şubat’a kadar modernliğin gayri insani kurumlarına, yan tesirlerine ve hayatı yozlaştırmasına dönük bir tepki, onu değiştirme, dönüştürme ideali vardı, bu direnç kırılınca eleştiri süzgeci ortadan kalktı ve edinilmiş bilgi dolayıma girdi. Modernliği niteleyenin ‘Batı’ olduğu, sorunlu olanın halkın duyarlılıklarını hiçe sayan batı tipi modernleşme, batılılaşma olduğu fikri hakim oldu. Bir önceki sorunuza dönersek…Muhafazakarlık da zaten modernlikle çelişmek şöyle dursun, onun yan tesirlerini azaltma, şok edici yeniliklerine karşı bir hava yastığı vazifesi görmek için kurgulanmış bir düşüncedir . Bir çok toplumda ve hatta Batı’da modernliğin teknik anlamda yaygınlaşması, sindirilmesi bir düzene dönüştürülmesi için yardımcı bir işlev görmüştür. Dolayısıyla aslında muhafazakarlık yaygınlaşmıyor bugün; tam tersine burjuva modernleşmesinin muhafazakarlık sayesinde yaygınlaşması, teknik olarak toplumun diğer katmanlarına sirayet etmesi sözkonusu. Ancak bu dolaşımda muhafazakarlıkla karıştırılan bir şey var: geleneksellik. Gelenek daha bütüncül ve kuşatan bir şey, içinde dinin insan yaşamına uyarlanırken ortaya çıkardığı pratikler var, adetler, töreler ve alışkanlıklar var. Çok daha insani ve doğal bir şey gelenek. Türkiye’de muhafazakarlık, geleneklerini bırakmayan ama aynı zamanda modernleşmek isteyen insanın bu iki şeyi uzlaştırmak için vereceği ödünleri ayarlayan bir mekanizma olarak ortaya çıkıyor. Modernlik adına gelenekten verdiğin tavizi, bir geleneği diri tutmak için modernlikten verdiğin tavizi, tüm bu alış verişleri dengeleyen bir protokol. Kulağa hiç hoş gelmiyor değil mi? Ama daha iyi bir dünya idealinin kalmadığı, ‘daha iyi bir dünya’nın elde edilmesine götüren yöntem ve tekniklerin epey yıprandığı bir çağda, din adına da sosyalizm adına da devrim adına da çeşitli kötülüklerin yapılabildiğinin anlaşıldığı bir dünyada, hatta serbet piyasa adı altında özgürlüğün bile bir başkasının canını yakan bir şeye dönüştüğünün anlaşıldığı bir dünyada yani, içinde dine ve geleneğe ait nüveler taşıdığı için, muhafazakarlık zaman zaman nefes alma imkanı verebiliyor. Ama salt bir erdem olamaz elbette çünkü fırsat eşitsizliğini sözgelimi, kapitalist dayatmaları engellemiyor, aksine onlarla uzlaşarak etkilerini öteliyor. Ak Parti iktidarında zenginleşenler ya da zenginliği görünür olanlar mesela, zenginleşmenin kendisini sorun yapmıyor ama kapitalizmin kendi çıkarını herşeyden üstün gören insan modeline de prim vermiyor, kapitalizme verdiği ödünü geleneğin fakiri fukarayı gözetmeye, malını ihtiyaç sahiplerine tasadduk etme ilkesiyle dengeliyor. Dindarlık açısından bakarsak bir Ebu Zer, bir Ebu Bekir çıkmıyor buradan ama hiç değilse bir Donald Trump da çıkmıyor, malını mülkünü öyle zevk-ü sefa içinde yiyenler, Ferrarisinin yanında intihar eden Steven Good’lar da çıkmıyor.

Muhafazakarlığın dindarlıktan ya da gelenekten farkını örnekleyebilir miyiz?

Çok vülgarize edersek, bana şöyle geliyor: Gelenek adamın peygamber sünnetidir diye ve sırf sevdiği alıştığı için misvak kullanması ise, muhafazakarlık misvak aromalı diş macunu gibi. Geleneğin kendi aurası vardır bir bütünlüğü, o kendisini kendisine ait olmayan başka bir şeyle tartarak değerli kılmaya çalışmaz, ama muhafazakarlık gelenekten ve dinden belirli dozda bir aroma taşımakla beraber sürekli olarak modern olana göre konum belirler. 50 yıl öncesinin modern yaşam tarzı ile 50 yıl öncesinin muhafazakarlığı aynı değildir, çünkü modernlik sözgelimi sınırları aşmak, sözgelimi beden üzerindeki kayıtları kaldırmak konusunda elini yükselttikçe , muhafazakarlığın hizalandığı yer de değişir. İnsanların sadece makyaj yaptığı yıllarda muhafazakar kaşlarını bile almazdı; insanların baştan aşağı estetik ameliyat geçirdiği bir çağda muhafazakar artık makyaj yapar göz artı torbalarını aldırır, ufak tefek estetik operasyonlara girer. Çünkü koruması gereken bir şeyler olduğu gibi, yetişmesi gereken bir yer de vardır artık. Batılı toplumlarda da benzeri sözkonusu, dünün muhafazakarları kürtaja karşıydı, bugün sperm bankalarına karşılar, çünkü işler değişiyor. Peki bunlar Papa’nın umrunda mı? Değil, çünkü dinlerin ortak noktası, insanlığın alışkanlıkları yönelimleri karmaşaları ve uzlaşma çabaları nereye gidersen gitsin, insan için en iyiyi bilecek olanın insanı tasarlayan güç olduğu bilgisini yansıtmak. Modernizm ve muhafazakarlık bizi nereye götürürse götürsün, ne kadar çirkinleşirsek çirkinleşelim, orada bizi kurtaracak, artan tecrübelerimizle birlikte belki daha da iyi anlayacağımız bir ‘din’ olduğunu, oportünizmden ve uzlaşmacılıklardan azade bir inanç sistemi olduğunu biliyoruz ve bu muhteşem bir şey.

Sizce peki, sizin de ait olduğunuz bir grubun, dindar ya da muhafazakar genç kızların ve kadınların giderek daha modern, daha özgüven sahibi, markalara ilgi duyan ve iyi giyinmeye çalışma gibi tavırlarıyla daha dikkat çekici olmaya başlamaları, bir yozlaşma mı, dinden kopma mı?

Ben varım buradayım çağında değil, görünüyorum bak, buraya bak çağında yaşıyoruz. Düşünüyorum o halde varım değil, görünüyorum o halde varım durumunu idrak ediyoruz. Bazen tüm bunlar Berkeley ‘varolmak algılanmaktır’ dediği için mi çıktı diyorum. Varlığını algınabilmene borçluysan, birilerinin seni algılamasını sağlamak zorundasın çünkü.
Felsefi olarak kimse insanları dikkat çekiyorlar diye itham edemez, çünkü zamanın ruhu bu, bir roman yazan da, iyi bir fikir üreten de trendy bir marka kullanan da aslında hep aynı şeyi istiyor: Algılanmak. Biri daha özgün ve insanların samimi teşekkürüne mazhar olarak algılanmak istiyor, diğeri bir anlığına birilerinin dikkatini çekebilmiş olmaya, biraz pohpohlanmaya bile razı. Tabii ikisi arasındaki fark muazzam. Hayat için iyi bir şey çıkıyorsa, yine bu farktan çıkıyor zaten.

Soruna gelirsek, işte herkes algılanmak istiyor, hatta kendi istediği şekilde algılanmak istiyor. Görüntüsüyle bir mesaj verme derdi var. Bundan tesettürlüsü de tesettürsüzü de etkileniyor ister istemez. Nasıl ki eskiden parka bir solcu için taşınması şeref veren bir işaret gibiydi, örtülü kadınlar için bir zamanlar pardesü de öyle bir şeydi. Sonra ‘yahu nedir bu böyle üniforma gibi, İsrail ordusunun kadın askerleri gibi, örtüyse örtü tamam ama neden kadının kişiliği ve zevkleri bu örtüye yansıtılmasın ki?’ denildi. Demokrasiden çoğulculuktan çeşitlilikten bahsedilen dönemdi ve bu herkesin aklına yattı. Şimdi işi beyaz kürk üzerine mücevherle tutturulmuş başörtü takmaya kadar vardıran var. Kişilik ve zevkler yansımadı, sınıfsal durum yansımaya başladı örtüye. Bundan hoşlandığımı söyleyemem. Tesettür bir lüks tüketim enstrümanı haline gelmemeli. Ama çok şirin, hem sade hem ölçülü hem de stil sahibi kızlara rastlıyorum yeni tesettürlüler arasında ki bu da hoşuma gidiyor. Ama dediğim gibi, çeşitliliğin dozu kaçıyor bazen. Açık ayakkabıdan kırmızı ojeli ayak parmakları görünen bir başörtülü gördüğüm zaman, ben de irkiliyorum. Çok doğal olarak herhalde bir aile baskısı var işin içinde diyorum, ama sonra, hatun kişinin böyle algılanmak istediği ihtimali geliyor aklıma. Çünkü her şeyi aynı anda isteyen eklektik bir insan sözkonusu artık. Muhafazakarlar da bu eğilimden bu savrulmalardan azade değil. Her yemeğe kaşık sallayayım ama zayıf kalabileyim, hem kariyerimde durmaksızın yükseleyim hem de çocuğuma çok iyi bir anne olabileyim, hem kadere iman edeyim hem tüm ipler elimde olsun, hem çok iyi bir koca olayım hem sevgililerim olsun, hem herkes beni mütevazi bilsin hem cipim olsun denilebiliyorsa, bu saydıklarım mümkün olabiliyorsa, bu mantığın çoğaltımı sayesinde birilerinin aklına da hem çok süslü ve frapan olayım hem de başımı örteyim gelebilir. Diğerlerinden daha çok göze çarptığı kesin ama çok önemli bir fark yok diğer durumlarla bunun arasında.

Bu muhafazakarlık modernlik gelenek dindarlık döngüsünde kadın hep netameli bir yerde duruyor, siz de aman bu konu yeterince çetrefelli deyip kendinizi tutmuyorsunuz. 'Maktulun bir Femme Fatale olarak portresi ' başlıklı yazınıza sert eleştiriler geldi. Hem de kendi gazetenizden. Ne düşündünüz okuyunca, ilk tepkiniz ne oldu?

‘Too good to be true’ diye bir İngiliz deyimi var, herhalde işler gerçek olmak için fazla iyi gidiyordu, gerçek olamayacak kadar iyiydi . İlk 23 günden bahsediyorum. Bana bu tepkileri veren, köşelerinden ‘seninle tartışılmaz ‘ deyip gayet kaba bir biçimde hadi oradan çeken insanlarla arkadaş olduğumu bile sanmıştım. Aslına bakarsan ilk başta gayet anlayışla karşılamaya çalıştım durumu. Keyfimi bozmak istemiyordum çünkü. Doğan beyi aradım gülerek, bu ne ? dedim, ‘demokrasi’ dedi. ‘Haaa iyi, herkes için yeterli miktarda demokrasiniz vardır umarım’ deyince o da gayet sakin ‘tabii ki Nihal hanım siz de cevap yazın ’ dedi. Herkesin fikrini ifade edebilmesi güzel bir şeydir sonuçta ama pazartesi günkü nüshayı görenin Çarşamba günü benim verdiğim cevabı okuyacağının bir garantisi yok, nitekim hala o günkü nüshanın gazıyla orada burada gayet manasız şekilde bana çemkirenler var. Dolayısıyla bunun telafisi yok. Üstelik ben bu gazetenin yazarıyım senin de dediğin gibi. Kendi yazarına aynı gün içinde üç köşe yazısı bir polemik sayfası ile yüklenen başka bir gazete hatırlayamayınca, keyfim kaçtı diyebilirim. Dahası telefonlarım hiç susmadı ve kendileri de ‘merkez medyada’ çalışan arkadaşlarım durumun hiç hoş görünmediğini söylediler. Yaa işte gazeteni bırakır oralara gidersen bunlar olur diyenlere, ‘yok aslında kötü bi niyet …arkadaşlar..hani demokrasi.. estek kelestek’ diye gazetemi savunmak durumunda kaldım ki, görünen bunun bana düşmediğiydi artık. Benim yazımı değil, o günkü gazeteyi gören maktul çevrelerinin ‘sen kızımıza o…pu demişsin, Allah da senin cezanı versin’ telefonları ise artık can acıtıydı. Son kertede iyimserliğin lüzumu yok, bunları hak ettiğimi düşünmüyorum.

Kırgın mısınız?


Kırgınım ve kızgınım. Yazımın üzerinden ‘her cazibeli kadın öldürülmeli mi?’ başlığını da çok sorumsuzca buldum. Hesapta ben ‘cinayetleri meşrulaştırmak’ ile suçlanıyorum, ama böyle bir başlık atılarak bana malediliyor ve bu sorunun adamın birininaklına yatmasından hiç çekinilmiyor. Hiç çekinilmediği halde, müthiş sorumlu yazar tavrıyla üst perdeden yazı yazan arkadaşa sesleniyorum, mevzuu buysa, cinayetleri meşrulaştırmamak ise bu başlık açıktan teşvik edici değil midir diye, acımasızlıktan bahsediyor çünkü, hakkaniyet duygusu taşıyor belli ki, o da yanıt olarak demagoji yapmayı ve hatta hakaret etmeyi seçiyor. ‘ben senin yazın hafızalardan kazınmalı dedim, hafızalara kazımak demedim filan diyor.. İyi de arkadaşım, sen bu yazıyı kazıyarak ya da kazınarak , bir kara leke olarak lanse ettin mi etmedin mi?

Şimdi iki harfin ardına sığınıp bir gazetenin kendi yazarını ‘her cazibeli kadın öldürülebilir’ demiş gibi sunmasını hangi etik anlayışa sığdırıyorsun? Ama hayır, ‘Demek ki neymiş seninle tartışılmazmış’ gibi cevaplar alıyorum. İyi o zaman ‘kadın açık saçıksa bu katili ilgilendirmez’ gibi evlere şenlikoğlu ,
akıllara ziyan görüşler verenlerle tartışın. Size bu ‘grotesk konsensus’da mutluluklar dilerim.

Sözlerinizden size yönelik bir kasıt olduğunu düşündüğünüzü anlıyorum. Sadece fikir ayrılığı olamaz mı? Çünkü her gazetede farklı düşünenler,
birbirleriyle çok sert tartışmalara girebiliyor. Normal değil mi zaman zaman tartışma çıkması?


Gazetenin ilk ayı dolmadan pek normal değil. Bunun bu ekibe dışarıdan, başka bir mecradan katılan birine karşı yapılması normal değil. Üstelik, ben gazetedeki yöneticilerime ‘siz gazetenin hedef kitlesini benden çok daha iyi tanıyorsunuz, yapı oturana kadar, bu anlamda beni yönlendirin, okurun tepki göstereceği, ya da yanlış anlamalara mahal verebilecek bir durum olursa beni uyarın’ demişim. Müdaheleye hayır ama yapıcı yönlendirmeye evet demişim. Yöneticilerim de bu duruma ‘elbette, siz rahat olun, sorun
yaratabilecek bir şey görürsek yönlendirme yaparız ’ diye cevap vermişler.

Durum bu iken, yazıyı teşrih etmem istenseydi, memnun olurdum . Yazıişlerindeki kadınların ‘kendisiyle yan yana bile gelmeyiz’ filan demiş olmalarını medyatavadan öğrenmem ise tüy dikti diyebilirim. Siz medyada çalışan ve bu denli onuruna düşkün kadın çalışanlar olarak merkez medya ürünlerinin hemen hepsindeki soruna, kadın bedeninin sayfa sayfa teşhir edilip metalaştırılmasına hiç ses etmeyeceksiniz, her köşede seksist ve ayrımcı bir erkek bakışaçısıyla karşılaşacak ve onunla uzlaşmayı tercih edeceksiniz, sonra benimle yan yana gelmeyeceksiniz öyle mi? Kimse kadınlık gururunu ve onurunu benim üzerimden temize çekmeye kalkışmasın, bu gülünç bir çaba olur, kimse de bunu yutmaz.

Nilay Örnek ekteki yazısında keşke cevap yazısını yazmadan önce o yazısına tepki gösteren insanları bir arasaydı, neden öyle dediniz ki diye sorsaydı diyor… Buna ne dersiniz?

Aynı şeyi benim beklemem gerekmez mi? Ben Nilay hanımın ve aynı tepkileri veren ekürinin görüşlerini yığma halde pazartesi günü gazeteyi açınca mı görmeliydim? Polemik sayfasına ‘böyle bir görüşün benim bulunduğum bünyede yer alması beni sinirlendiriyor’ gibi sözler sarfetmek yerine, Pippa Bacca’nın ölümünü karikatürize edenlerle beni bir tutmadan önce bana bir sorsaydı Nilay, Nihal hanım siz ne demeye getirdiniz diye? Sonuçta ben, kadınların bu coğrafyada her nedenle dayak yediğini ve şiddete uğradığını reddeden biri değilim, bununla ilgili defaatle yazmış biriyim ve bazı muhafazakarların gözünde tescilli erkek düşmanı haline gelmiş durumdayım, gelin görün ki kadınların şiddet görmesine duyarsız biriymişim gibi muamele görüyorum. Evet kadın her nedenle öldürülebiliyor, benim dediğim, kadının ‘sırf’ bu nedenle de öldürülebildiği. Sırf güzel olduğu için, sırf çekici olduğu için bile öldürülebildiği. Benim dediğim kadında erkeğin zaman zaman baş edemediği bir gücün bulunduğu, erkeğin bu gücü inhibe etmek için o gücün kaynağını yok etmeye dönük bir pozisyon alabildiği. O pozisyonun öldürmeye kadar gidebildiği. Bunları söylemişim. Ve bu bilimsel yanı da olan bir realitedir artık, kopan yaygaraya bak. Neyse artık, olmuş bir kere deyip geçeceğiz.

Peki kendi yazınızda hiç hata aradınız mı? Güzelliği tarif ediş biçiminiz insanları kızdırmaya ve yanlış anlaşılmaya müsait olabilir mi?

Bakın anlamadığım şu . Haşmet Babaoğlu Vatan gazetesinde defaatle “Güzelliğin soğuk geometrisi erkeklerin asabını bozar.
O geometriyi bozmak, kırmak, dağıtmak ister erkek. Ve ancak parçalardan birine fetişist gibi bağlanır. Güzellik yarışmalarında derece alacak kadar
güzel kadınların sevgililerince dövülmesi, öldürülmesi bu bakımdan tuhaf karşılanmamalı…’ diye yazdı. Kendisine sordum ve doğruladı. Bu cümleler benim yazdığım şeyle mantalite olarak neredeyse aynı. Haşmet bey bunları Gazete Habertürk’te yazsaydı, yazı işlerini ayağa kaldıran
hemcinslerim bu şekil bir tutum sergileyecekler miydi? Cevabı size ben vereyim: Elbette hayır . O zaman tehlikeli bir yere geliyoruz. Demek ki bazı
arkadaşlarımız benim yazdıklarımı benim muhafazakar tarafım üzerinden süzerek alımlıyor ‘ başkası derse güzel, ama bu kadın diyorsa kötüdür’ bir bakışaçısı var. Bu bakışaçısıyla yüzleşilmediği sürece buradan diyalog türemez.

Tabii henüz acıların taze olduğu bir zaman diliminde eline ameliyat eldivenleri geçirip soğuk bir ifade takınmış olmam belki asıl sorun. Fakat gerçek şu ki, görünürde pencereden düştüğü için ölmüş görünen bir kadın gerçekten bu yüzden mi öldü, düşmeden önce kocası ya da sevgilisi tarafından öldürülmüş müydü, bunu anlayabilecek tekniğe vakıf olacak kadar polisiye yorgunuyum. ‘Aman şimdi ben başörtülüyüm, yanlış anlaşılır, en iyisi yazının bir yerinde tesettürlülere ya da dindarlara çakayım da, durum eşitlensin’ filan gibi akla ziyan denklemler kurmak da aklıma gelmedi doğrusu.

İlk örnek olduğundan olsa gerek Ahmet Hakan’la kıyaslanıyorsunuz. Hoşunuza gidiyor mu bu? Ahmet Hakan, yeni mahallesinde de kısa sürede en sevilen, en çok okunan yazarlardan biri oldu. Sizin için de ikinci Ahmet Hakan olacak diyorlar. Malum Ahmet Hakan eski mahallesini de en sert eleştirebilen isimlerden biridir. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?


Ahmet Hakan , söylediğiniz gibi bir yönüyle başarı ölçüsü. Kıvrak bir zekası var, iyi bir kalemi ve kısa sürede Hürriyet’in en çok okunan yazarı
oldu. Bu açıdan yapılan kıyaslamalar beni elbette sevindirir. Ama bir yönüyle de bir değişim öyküsüdür Ahmet Hakan. Ama Hürriyet’e geçeceği
için değişmiş değildir. Hürriyet bunu rahatlıkla deklare ettiği bir yer oldu sadece.. ‘Eski mahallem’ dedi, ‘eski İslamcı dostlarım’ dedi, ‘ben eskiden…’
diye başlayan cümleler kurdu ve bu yüzden çok şiddetli tepkiler aldı. İslamcı bagaja sahip olduğu halde merkez medyada yer alabilme bağlamında bir
‘ilk’ti ve ilk olmanın zorluklarının altından kendi tarzını ortaya koyarak kalkmayı başarmıştır. Ama ortada kıyaslamayı gerektiren bir hal göremiyorum.
İkimiz arasındaki ortak noktalar, muhafazakar camia kökenli olmamızdan ve şimdi merkez medya denilen mecrada olmamızdan öteye gitmiyor. Farklı
hikayelere sahibiz. Şöyle ki, mütedeyyin kesim çok geniş ve aslında sanıldığından daha heterojen. Onun eski mahallem dediği ve sıtkının sıyrılmasına neden olan geçmiş tecrübeleri ile benimkiler örtüşmüyor. Ben onun eski mahallem dediği yer ve kişilerle yaşadığı türde ve şiddette olumsuzluklar yaşamadım sanırım. Belki farklı dindar tipleriyle karşılaştığımız için, belki ben kadın olduğum için ve insanlar kirli bohçalarını kadınların
yanında açmadığı için. Benim basından tanıdığım bir çok simayı Ahmet Hakan ‘içerden’, yıllar öncesinden tanıyor, maskelerini çıkarttıkları anlarda
nasıl kimseler olduklarını biliyor belki. Dolayısıyla eski mahallesine çok dolaysız ve sert eleştiri yapmasının arkasında belki böyle bir birikimin
etkisi vardır bilemiyorum. Benim böyle bir bagajım yok.

Dolayısıyla Ahmet Hakan fenomeninin benim açımdan bir iyi bir kötü yanı var. Ahmet Hakan’ın merkez medyadaki bariyeri öyle ya da böyle kırması,
bir tabuyu yıkması ile Habertürk’ün cesur bir adım atıp, halihazırda başörtülü olan bir yazarı alması arasında kuşkusuz bir bağlantı var.
Kötü tarafı da şu ki, muhafazakarlıkla ilgili oldukça ağır lafları Zaman’da sarfettiğimde kimse bir şey demiyordu; bugün ise bırakın muhafazakarlık
eleştirisini, bir küçük AK Parti eleştirisinde bile hemen Ahmet Hakan’laşıyorsunuz, değiştiniz diyen maillere maruz kalıyorum. Dolayısıyla kendisini hem tebrik etmek hem de bir güzel dövmek gibi isteklerim var. Latife bir yana, sayemde Ahmet Hakan’ın değeri ve kıymeti artacak gibi görünüyor.
Magazin ekinden Rahşan hanım, Kılıçdaroğlu ile ilgili izlenim yazıma ne yapıp edip türban meselesini soktuğumu çünkü türban kompleksim olduğunu
yazmış ve Ahmet Hakan kadar rahat olamadığımdan dem vurmuş mesela.

Oysa Ahmet Hakan’ın da bu ülkedeki yasaklarla ilgili bir problemi var ve takip ettiğim kadarıyla bu hiç değişmedi. Ve yazımın sadece iki yerinde başörtüsüyle ilgili gözlemlere yer veriliyordu. Ama bu bile fazla gelmiş Rahşan’a ve Kılıçdaroğlu’nun kişiliğiyle ilgili söylediğim olumlu şeyleri de görmezden gelmiş. Bu ‘madem bi açılım yaptın tam yap da görelim’, durumu insanı kendi muhafazakar, İslamcı yanına doğru kışkırtır, benim yerimde Ahmet Hakan olsaydı ne yapardı bilmiyorum, ama son günlerde olanlar, bu dokundurmalar filan, insana eksik kalsın Woody Allen da izlemeyiz, Creme Brule de yemeyiz dedirtip Karacoğlan- Mevdudi hattına bağlatabilir yani . Kimin aklına gelir? Düşünsene, gayet light bir dindar olarak geliyor ve burada bir Rabiatül Adeviyye’ye dönüşüyormuşum. Süper . Anlat anlatabilirsen artık millete bu etki – tepki – ters tepti hikayesini..

Transferiniz dolayısıyla eski mahalle, yeni mahalle gibi kavramlar yeniden hatırlandı. Bu 'farklı mahalle' tanımını da pek sevmiyorum aslında çünkü yarattığı algı şöyle; Etiler ve Fatih gibi. Hani aşırı farklı, biri çok kötü diğeri çok iyi, biri herkesin oturmak isteyeceği diğeri şartlar nedeniyle oturmak zorunda kalınılacak da şartlar düzelirse hemen taşınılacak gibi.. Siz mahalle değiştirdiğinizi düşünüyor musunuz, ya da bir mahalle olsanız hangi mahalle olurdunuz?

Mahalle metaforu bazı kontrastları ifade etmek açısından kullanışlı ve nitekim hepimiz kullanıyoruz, ama haklısın, mahalle isimleri üzerinden metafor üretmek çok da sağlıklı bir şey değil. Nasıl ki İstanbul Etiler ve Fatih’ten oluşmuyor , hayat da böyle vagonlara mahallelere ayrılmış bir şekilde gitmiyor. İnsanın evinin Fatihte işyerinin Etiler’de olması nasıl mümkünse, bir insanın bir mahallenin bagajını tümüyle iktisap etmeden iki hatta üç mahalle arasında mekik dokuması da mümkün. Hatta hayat böyle. Üstelik bunun Bahçelievler’i var, Merter’i var, İstinye’si, Kuzguncuk’u var. Şu saydığım semtleri Fatih mi temsil eder Etiler mi? İkisi de etmez. O zaman yok mu sayacaksınız? Oysa onlar makul çoğunluk ve mahalle dendiği zaman ne tuhaftır ki ortaya konulan metaforlar onları es geçiyor. Bu Fatih-Etiler, Üsküdar-Nişantaşı kontrastları,
karşıtlıkları Türkiye’nin umrunda değil nitekim, fakat medyadaki bakışaçısı, Türkiyeyi bu iki mahalle etrafında saf tutmaya çağırıyor sanki,
bazen de özellikle bir cedel yaratılması için kullanılıyor bu iki mahalle indirgemeciliği. . ‘Hayat tarzı’ etrafında. Bu bağlamda soruya dönersek,
ben mahalle değiştirmek istediğim için, hayat tarzımı değiştirdiğim için Habertürk’e geçmedim. Ya da hayat tarzımı değiştirmiş idim de kendime uygun bir zemin/işyeri arıyordum, burayı buldum diye bir durum yok. Ben hep alacalı ve kırçıllı bir kişi oldum ve gazetemiz çoksesli bir yapı olmak
istediği ve farklı siyasi kültürel görüşleri, eğilimleri yansıtabilen bir gazete olmayı temenni ettiği için benimle anlaştı diye düşünüyorum. Bu durumda benim kalkıp da ‘ben değiştim’ diye ortaya çıkmam benim eski okurlarımdan çok yeni gazetemi zor durumda bırakır gibi geliyor. Asıl endişe verici olan benim saçı başı dağıtıp elimde bir kadeh martini ile Altaylı’nın odasına dalmam ve ‘Fatih bey , ben değiştim de, alemlere nereden akılıyordu? ’ demem olur emin ol. Böyle bir şey olacağından değil , ama olsa asıl fecaat o olurdu gazete açısından. Bu, İslami görüşü temsil etmek için buradayım anlamına da gelmiyor. Beni aşar o. Zul addedeceğimden değil, sahiden aşacağı için. Mutlak surette doğru, iyi ve dinen güzel olan tavrı her koşulda
geliştiremeyeceğim için. Normal şartlarda benden müftü ya da molla tavrı çıkmaz, ama kendi varoluşunu değilleyen bir tavır da çıkmaz. Ne Etiler ne Fatih, ben Taksim-Tünel-Beyazıt senteziyim herhalde. Semtler üzerinden bir tanımlama yapacaksak.

gulinyildirimkaya@haberturk.com

Domuz Gribi Sakin 1-5 Mayıs arasinda evinizden cikmayin

Meksika Devlet Başkanı Felipe Calderon, Meksika halkını domuz gribi salgınının etkilerini azaltmak için 1-5 mayıs arasında evlerinde oturmaya çağırdı.

Calderon, salgının başlamasından bu yana televizyondan canlı yayınlanan ilk konuşmasında, "grip virüsünün bulaşmasını engellemek açısından evinizden daha güvenli bir yer yoktur" dedi.

Meksika, 1-5 tarihleri arasında ekonomiyi kısmen durduracak ve bazı bakanlıklar ile devlet daireleri dahil, zorunlu olmayan iş ve hizmetleri askıya alacak.

DOMUZ ETLERİNE KONTROL


Japonya, Meksika'dan dünyaya yayılan domuz gribinin kendi topraklarına girmesini engellemek amacıyla ithal edilen domuzları tek tek kontrol etme kararı aldı.

Japonya Tarım Bakanı Shigeru Ishiba düzenlediği basın toplantısında, teftişleri eksiksiz yapacaklarını belirterek, bugünden itibaren canlı ithal edilen domuzların tek tek kontrol edileceğini bildirdi.

Japonya'da şimdiye kadar hiçbir vaka rapor edilmedi. Buna rağmen yetkililerin, hastalığın duyulmasından itibaren sağlık kontrollerini sıkılaştırdığı belirtiliyor.

DOMUZ GRİBİ: 8 ÖLÜ


Meksika Sağlık Bakanı Jose Angel Cordova, ülkede domuz gribinden öldüğü kesinleşenlerin sayısının 8 olduğunu açıkladı.

Bakan Cordova, televizyondan yayımlanan açıklamasında, bir kişinin daha domuz gribinden öldüğünün doğrulandığını ve Meksika'da bu hastalıktan hayatını kaybedenlerin sayısının 8'e çıktığını söyledi.

Meksika'da domuz gribinden öldüğü sanılan kişilerin sayısının 159'dan 84'e indiğini kaydeden Bakan Cordova, yapılan incelemelerde, domuz gribinden öldüğü sanılan 70'den fazla kişinin bu hastalık nedeniyle ölmediğinin belirlendiğini belirtti.

Hastalığa yakalandığı kesinleşen kişilerin sayısının ise arttığını söyleyen Cordova, daha önce 49 olan domuz gribine yakalandığı kesinleşen hasta sayısının 99'a çıktığını açıkladı. Cordova, "bu hastalardan 91'inin durumunun iyi olduğunu" ifade etti.

-İSVİÇRE VE PERU'DA VAKALAR-

İsviçre ve Peru'da da kesinleşmiş domuz gribi vakaları görüldü.

İsviçre'nin kuzeyindeki Argovie kantonundaki Baden hastanesinin açıklamasında, Meksika'dan gelen bir hastanın yapılan ilk testinin negatif çıkmasına rağmen bu hastaya tekrar test yapıldığı ve ikinci testin pozitif çıktığı belirtildi.

Açıklamaya göre, bu hastanın domuz gribi olduğunu kesinleşmesinden sonra hastayla temasa geçen herkes bilgilendirildi ve bu kişilerin yeni bir talimata kadar evlerinden çıkmamaları istendi.

Peru'da da ilk domuz gribi vakasının görüldüğü ve hastaneye kaldırılan Arjantinli bir kadının domuz gribi olduğu açıklandı.

Peru Sağlık Bakanı Oscar Ugarte, yakın zaman önce Meksika'da bulunan kadının, önceki gün Panama'dan uçakla Arjantin'e giderken rahatsızlandığını ve uçağın Peru'nun başkenti Lima'ya indirildiğini söyledi. Bakan, Arjantinli kadına tıbbi müdahalede bulunulduğunu ve kadının durumunun iyiye gittiğini ifade etti.

Meksika'dan Peru'ya yapılan uçuşların durdurulduğunu kaydeden Ugarte, Peru'da 9 şüpheli vakanın da incelendiğini belirtti.

-EKVADOR'DA OLAĞANÜSTÜ DURUM İLAN EDİLDİ-

Ekvador'da, domuz gribi virüsünün ülkeye girmesini engellemek için olağanüstü durum ilan edildi.

Ekvador Devlet Başkanı Rafael Correa'nın kararına göre, "virüsün çok çabuk bulaşabilmesi ve insan sağlığı için muhtemel yıkıcı sonuçları nedeniyle" tüm ülkede 2 ay süreyle olağanüstü durum uygulanacak.

2 şüpheli vakaya rastlanan Ekvador'da geçen hafta sonunda denetimler sıkılaştırılmıştı. Quito yönetimi, ABD ve Meksika'dan domuz ve domuz ürünleri ithalatını durdurma kararı almıştı.

-KOLOMBİYA, BREZİLYA, ABD-


Kolombiya'da 59 kişide, domuz gribindekine benzer belirtiler görüldüğü ve bu kişilerin gözlem altına alındığı bildirildi.

Kolombiyalı yetkililer, bu kişilerden 10'unun durumunun çok yakından izlendiğini ve ateşlerinin 38 dereceden fazla olduğunu söylediler.

Brezilya Sağlık Bakanı Jose Gomes Temporao, ülkede 2 şüpheli domuz gribi vakası görüldüğünü açıkladı.

Temporao, yaptığı açıklamada, şu anda virüsün Brezilya'ya ulaştığının kesin olmadığını belirterek, "Şu ana kadar bize 36 vaka bildirildi. Bunlardan ikisinin domuz gribi olduğundan şüpheleniliyor" diye konuştu.

ABD Eğitim Bakanlığı, virüsün yayılması endişesiyle ülkedeki 100 kadar okulun kapatıldığını açıkladı.

Açıklamada, bu okullardan bazılarının hasta çocuklarda virüse rastlanmadığının doğrulanmasının ardından yeniden açılabileceği belirtildi.

Açıklamaya göre kapatılan okullar, California, New York ve Teksas eyaletlerinde bulunuyor.

"SALGININ ADI DEĞİŞSİN"


Kanadalı domuz yetiştiricileri, domuz gribi salgınının isminin değiştirilmesini istedi.

Kanadalı domuz üreticilerinin ülkedeki en üst kuruluşu olan Kanada Domuzculuk Konseyi Halka İlişkiler Müdürü Gary Stordy, yaptığı açıklamada, Federal Hükümete yazılı müracatta bulunduklarını belirterek, "salgının isminin Kuzey Amerika Gribi olarak değiştirilmesini istedik" dedi.

"Virüsün domuzla bir ilgisinin bulunmadığı ve insandan insana geçtiği kesin olduğu halde, domuz gribi denilmesi, sektörümüzü olumsuz etkiliyor" diye konuşan Gary Stordy, "domuz eti yiyen hiç kimse bu virüse yakalanmaz. Sektörümüze karşı sanki gizli bir savaş yürütülüyor" diye konuştu.

AB: ÖLÜMLER KAÇINILMAZ


AB Komisyonu uzmanlarına göre, tüm dünyayı etkisi altına almaya başlayan domuz gribi salgını yüzünden, salgınla mücadele konusunda çok hazırlıklı olunmasına karşın Avrupa'da da ölümlerin meydana gelmesi kaçınılmaz.

AB Komisyonunun Sağlık ve Tüketici Siyaseti Genel Müdürü Robert Madelin, basına yaptığı açıklamada, "İnsanların öleceği şüphe götürmez bir gerçek, ama sorun kaç kişinin öleceği. Yüzlerce mi, binlerce mi, yoksa on binlerce mi" ifadesini kullandı.

Madelin, "Salgının boyutlarını bilmiyoruz. Ancak Avrupa salgına her zamankinden daha hazırlıklı" dedi.

Komisyonun, AB sağlık bakanları toplantısında Meksika veya ABD'ye seyahat yasağı getirilmesi konusunu gündeme getirmeyi düşünmediğini belirten Madelin, bunun yerine bu ülkelere seyahat edenlerin uyarılmasının daha ihtiyatlı bir davranış olacağını kaydetti.

Madelin, Avrupa'da domuz gribine karşı aşının 100 gün içinde hazır hale getirilebileceğini sözlerine ekledi.

22 Nisan 2009 Çarşamba

Haberturk Traji

TEŞEKKÜRLER TÜRKİYE!
GAZETE HABERTÜRK geçen hafta tirajını artıran tek gazete oldu, Hürriyet ve Sabah'ın hemen arkasındaki üçüncü büyük gazete konumunu kesinleştirdi.

21.04.2009 16:00

Yayın hayatına başladığı günden beri yoğun bir ilgi ve beğeniyle takip edilen Gazete Habertürk, tirajını istikrarlı biçimde artırmaya devam ediyor.

Medyada bir devrim gerçekleştirerek, piyasaya çıkar çıkmaz Türkiye'nin en çok satılan gazeteleri arasına giren Habertürk, Hürriyet ve Sabah'ın hemen arkasındaki üçüncü büyük gazete konumunu kesinleştirdi.

Gazete Habertürk geçtiğimiz hafta tirajını 15.105 artırarak 300.031'e ulaştı.

Gazetelerin 13-19 Nisan ve 6-12 Nisan haftalarındaki satış ortalamaları şöyle:

13-19 NİSAN 6-12 NİSAN

HÜRRİYET: 496.265 491.534

SABAH: 403.143 412.156

HABERTÜRK: 300.031 284.926

VATAN: 211.157 210.229

MİLLİYET: 207.384 209.371

AKŞAM: 149.394 153.967

Elif Şafak Habertürk'te


FLAŞ.. FLAŞ..
ELİF ŞAFAK 1 MAYIS'TAN İTİBAREN GAZETE HABERTÜRK'TE..


-

Gazete Habertürk kadrosunu zenginleştirmeye devam ediyor! Türkiye'nin en ünlü roman yazarlarından Elif Şafak da Gazete Habertürk'te!

Son romanı "Aşk" ile satış rekorları kıran Elif Şafak az önce Gazete Habertürk Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı ile el sıkıştı.

Gazete Habertürk kadrosuna katılan Şafak, 1 Mayıs'tan itibaren okurlarla buluşacak.


14 Nisan 2009 Salı

haber türk

HABERTÜRK - Türkiyenin en büyük internet gazetesi

Genel Yayın Yönetmeni
Gülin YILDIRIMKAYA
gulinyildirimkaya@haberturk.com


Spor Müdürü
Can Birsay
canbirsay@haberturk.com
Ekonomi Müdürü
Orhan Pala
orhanpala@haberturk.com

H2 Sorumlu Editörü
Beyza Karayel
beyzakarayel@haberturk.com
Spor Sorumlu Editörü
Gökhan Karataş
gokhankaratas@haberturk.com


Editörler
Begüm Çelikkol
Burak Taşçı
Enis Berki
Hakan Hastaoğlu
Handan Çolak
Mesut Toptan
Selin Paratutmaz
Yasemin Ateş

Yorum Editörleri
Ezgi Kurt
ezgikurt@haberturk.com

Blog Editörü
Giray Topçular
giraytopcular@haberturk.com

Reklam Departmanı
haberturkreklam@haberturk.com
Telefon : 0 212313 69 89

Editör : editor@haberturk.com
Kurumsal İletişim : iletisim@haberturk.com
Teknik : teknik@haberturk.com

Adres
Ciner Medya Yatırımları San. ve Tic. A.Ş.
Abdülhakhamit Cad. No:25 Beyoğlu-Taksim


Telefon
0212 313 60 00 pbx

Gülin Yıldırımkaya Kimdir

HABERTURK'UN genel yayın yönetmeni.

Gülin Yıldırımkaya Medya röportajları

Nihal Bengisu Karaca: "İki mahalleden de değilim"

Gülin Yıldırımkaya: Öncelikle hoşgeldiniz Habertürk'e. Ne değişti hayatınızda 3 haftadır? Mutlu musunuz?

Nihal Bengisu Karaca: Mutluluk göz teması kurduğun anda kaçıveren kedilere benzer, o yüzden hiç o tarafa bakmamaya çalışırım. Biraz da, ancak elden gittiği zaman anlaşılan bir değerdir. Kendimi tartıyorum, üç ay önce ne hissediyorsam, hala onu hissediyorum, demek ki mutluyum

Habertürk'e geliş öykünüzü anlatır mısınız? Ne hissettiniz teklif aldığınızda?


Teklif anı güzeldi. Bir Yeşilçam filmi parodisi gibiydi, muzipti. Ayrıca Kenan bey’in merkez medya havalisinde çok az rastlanılan bir duyguyu
verebilmesi, güven verici olması oldukça önemliydi. Fatih Altaylı’yı çok sert, kavgacı ve özellikle dindar insanlarla uzlaşmazlık içinde olmayı
kendisine şiar edinmiş biri olarak görüyordum. Biraz araştırınca kafasına yatmayan hemen her şeye ve herkese karşı tavır alan ve yanlışı olduğu
zaman da tashih etmekten çekinmeyen bir portre olduğunu hissettim. Tanıştığımızda beklediğimden çok daha medeni bir diyalog oluştu.
İnsanların birlikte çalışabilmesi için birbirlerinin tüm geçmişlerini ve fikirlerini yüzde yüz onaylamaları gerekmiyor zaten. Son günlere kadar herşey iyiydi diyebilirim

Zaman'da yazdığınız veda yazısı, Zaman'ın internet sitesinde bütün gün
manşette tutuldu. Duygusal ve zor bir veda olduğunu tahmin ediyorum. Nasıl tepkiler aldınız arkadaşlarınızdan, Ekrem Bey'den?


Okuruma veda etmiş saymıyorum aslında kendimi. İyi ve sadık okur sizi nerede olsa bulur. Öte yandan iş arkadaşlarıma, alıştığım ortama veda etmek elbette oldukça güç bir şeydi. Ekrem beyin beni yargılamasından da ürküyordum işin doğrusu. Çünkü yargısız infaz yaptığını sandığınız pek çok kere, görürsünüz ki isabet ettirmiş. Herşey zamanla anlaşılır yani, gazetenin
sloganında olduğu gibi. O yüzden beni anlaması benim için önemliydi.
Anladı mı bilmiyorum, ama en azından ikna olmuş gibiydi.

Zaman'daki okurlarınız sizi Gazete Habertürk'te de takip ediyordur söylediğiniz gibi, yanısıra yeni bir kitleye de hitap ediyorsunuz artık. Ne gibi tepkiler alıyorsunuz eski ve yeni okurlarınızdan? Mesela eski okurlarınız değiştiğinizi düşünüyor mu, yeni okurlarınız sizi nasıl buldu?

Bu değiştin değişmedin hikayesi aslında çok gülünç. Bireye saygı duymayan ve insanın kendisine özgü bir varoluşunun olmadığı ön kabulu vardır bu
‘değiştin-değişmedin’ alarmında. İnsanın içinde bulunduğu cemaat, klan ya da camia ya da cemiyet ile bir anlam ifade ettiği yargısı vardır.
Birincisi boyacı küpüne girmek gibi bir şey değil iş değiştirmek. İkincisi değişmek için bir sebebim olmalı? Niye değişeyim ki? Ben zaten
bireyselliğine düşkün biriydim yine öyle. Standartlarım zaten iyiydi. Böyle kalkıp Nihal Bengisu’yu habertürke geçtikten sonra
asortik mekanlara filan gidiyor diyemezler çünkü muhtemelen o yerler on yıldır gittiğim yerlerdir. Hem yeni sosyal imkanlar demek her zaman değişmek değildir, gelişmek de gelebilir bunun ucunda. Tabii benim eski okurlarım arasında rahatsız olanlar mevcut. İdeolojik gerekçeler bir yana, merkez medya
plazalarıyla ilgili tuhaf efsaneler vardır bizim kesimde. Bir grup, plaza insanının koridorlarda öpüşen, sadece otomobil ve şarap konuşan, birbirinin altını oyan,
dostluk ve sadakat hissinden uzak, eğlenmeye haddinden fazla önem veren çığrından çıkmış bir tür olduğunu sanıyor. Benim tanıştığım
kimseler çocuğunun okul servisiyle dersiyle kursuyla işiyle gücüyle meşgul insanlar yani. Ama dışarıdaki algı daha farklı. Bu yerlerde bulunan
kişiler de ya huyundan ya suyundan bir noktada etkilenir, dünyevi ihtiraslara kapılır, kariyerist heveslerle değerlerini satar, giderek nefsine
yenik düşer ve bu yenilgisini rasyonalize etmek için ideolojisini de değiştirir gibi zımni bir kabul var. Oysa ortada sizi döve döve değiştirecek bir irade, bir gayret göremiyorum . Hem bilmiyorum, köşe yazarı dediğin okuruna belirli bir hayat tarzını da borçlu mudur? Kendisini bir kanaat önderi olarak lanse etmediği sürece bence değildir. Yazar dediğinin okura borçlu olduğu tek şey ‘yazı’dır, fikirdir gibi geliyor bana. Üstelik hayat tarzı örtüşmesi ayrışması bir yana; okurun iyi ve doğru olduğunu düşündüğü şeyle,
yazarın iyi ve doğru olduğunu düşündüğü şey arasındaki makas zaman zaman açılabilir, bu makas her açıldığında ‘vaay sen değiştin’ ya da gazete değiştirdin ama kendin bi’ türlü değişemedin diyen herkesi dinlersen hiçbir şey yazamaz hale gelirsin. Okuru ciddiye alırım ama herşeyin bir sınırı var.

Yeni bir yerde yazmaya başlayınca bir kafa karışıklığı oluyor mu, yeni bir kitle okuyor diye düşünerek mesela, üslubunuzda yada konu seçiminizde
tereddüte düşüyor musunuz?

Yazının ana fikri konusunda tereddüte düşmem, ama uslub konusu elbette önemli. Yazdığınız mecranın değişmesi yeni bir eve taşınmak gibi. Bazı
fazlalıkları elden çıkarmanız gerekir, yeni eşyalar almak gerekir, evi yeniden dekore etmeniz gerekebilir, fakat sizin için hayati değerde olan
şeyleri yeni bir eve taşındım diye atmazsınız.
Konu seçimi değil de, daha kısa yazma , parçalı bölümlü yazı beklentisini karşılama işine tam adapte olamadım daha. Buna alışmaya çalışıyorum.

Kadın yazarların işi zor, erkeklerden yazar diye bahsediliyor, kadınlardan nedense kadın yazar diye.. Bir de başörtünüz olunca 'türbanlı yazar'
tanımlası giriyor devreye -ki böyle tanımlanmaktan rahatsız olduğunuzu biliyorum-, bu daha da zor olsa gerek. Tedirgin misiniz yazarken, insanlar beni belli önyargılarla okuyor olabilir, yazdıklarımdan farklı anlamlar çıkarabilirler hissine kapılıp kendinizi kısıtlıyor musunuz hiç?

Kadın yazar demek zaten ‘tekinsiz insan türü’ demektir, okura alttan alta ‘ aman ha dikkat et okurken, mesafeni koy, bakarsın hatun kişi muayyen
dönemindedir lohusa sendromu yaşıyordur, saçmalıyor olabilir’ mesajı vermek demektir ‘kadın yazar’ demek. Türbanlı yazar tanımlaması ise aslında
yazar değil ama kendisini yazar diye tanımlıyor idare ediverin anlamına gelir. Türbanlı yazar, kadın yazardan daha aşağı bir kategoridir bir yerde,
ama kadınlık durumundan yırttığı da varsayılır gizliden gizliye ve bu durum türbanlı yazarın kanaat önderi vasfını çok çabuk kazanmasına neden olur
aynı zamanda. ‘İslamcılığı’ elde birdir, ‘muhafazakar’lığı elde birdir, bir tartışma proğramına bir tane başörtülü koydun mu ‘islami görüş’ün ya da
‘muhafazakar kesim’ in tümüyle temsil edildiği varsayılır; ama o kadın arada bir, başörtüsüne rağmen bazı konularda beklenilenin aksine tutum
takınıyorsa bu iki tarafı da bozar. Bu bozulma hali de hemen şöyle rasyonalize edilir: İslami kesimin marjinal kadın yazarı…Muhafazakar kesimin
aykırı sesi. Bu da aslında şuradan gelir: İslamcıysa ya da başörtülüyse yazar olamaz, yazar olabiliyorsa mutlaka aykırıdır, marjinaldir. Ama dediğim gibi, bunları çok ciddiye alırsak tıkanırız..


O zaman ‘yazar’ olarak Nihal Bengisu’ya sorayım, benim gözlemlediğim bir şey var, 90 lı yıllarda İslamcı entelektüeller şiddetle karşı çıkardı modernliğe. AK parti iktidarıyla modern muhafazakar bir kimlik belirgin olmaya başladı. Modern-muhafazakar kalıbı size erdemli bir hali mi çağrıştırıyor, yoksa bu sadece bir durum mu?


Modernizm eleştirisi modernliğe karşıt bir tutum değildir aslında, özünde modern bir tavırdır. Nitekim ancak modern olabilen bir düşünce moderniteye eleştiri getirebilir; siz hiç geleneği bütün müktesebatı ile içselleştirmiş, onun kalıplarna uygun bir yaşam süren ve canhıraş modernizm eleştirisi yapan birini gördünüz mü? Bu minvalde nasıl ki kapitalizmi çok sert bir şekilde eleştiren solcuların bir kısmı sonradan reklamcı olmuştur, çünkü eleştirmek adına da olsa çok iyi anlamışlardır piyasa mekanizmasını, buna benzer şekilde, modernizm eleştirisi de yerini yapıya entegre olmayı getirdi İslamcı kesimde. Nitekim bugün eski İslamcıların modern yaşamında bir tökezleme, bir sürçme, bir adaptasyon zorluğundan filan bahsedilemez. Dışarıdan adaptasyon kusuru gibi görünen şeyler gayet istençli ve bilinçli şekilde direngen kalınmak istenen noktalardır ya da modernliği meşrebine uydurmak ile ilgilidir. Çünkü tersinden de olsa iyi çalışılmış oldu bu ders.

Peki ne oldu da eleştiriden entegrasyona geçildi?

28 Şubat’a kadar modernliğin gayri insani kurumlarına, yan tesirlerine ve hayatı yozlaştırmasına dönük bir tepki, onu değiştirme, dönüştürme ideali vardı, bu direnç kırılınca eleştiri süzgeci ortadan kalktı ve edinilmiş bilgi dolayıma girdi. Modernliği niteleyenin ‘Batı’ olduğu, sorunlu olanın halkın duyarlılıklarını hiçe sayan batı tipi modernleşme, batılılaşma olduğu fikri hakim oldu. Bir önceki sorunuza dönersek…Muhafazakarlık da zaten modernlikle çelişmek şöyle dursun, onun yan tesirlerini azaltma, şok edici yeniliklerine karşı bir hava yastığı vazifesi görmek için kurgulanmış bir düşüncedir . Bir çok toplumda ve hatta Batı’da modernliğin teknik anlamda yaygınlaşması, sindirilmesi bir düzene dönüştürülmesi için yardımcı bir işlev görmüştür. Dolayısıyla aslında muhafazakarlık yaygınlaşmıyor bugün; tam tersine burjuva modernleşmesinin muhafazakarlık sayesinde yaygınlaşması, teknik olarak toplumun diğer katmanlarına sirayet etmesi sözkonusu. Ancak bu dolaşımda muhafazakarlıkla karıştırılan bir şey var: geleneksellik. Gelenek daha bütüncül ve kuşatan bir şey, içinde dinin insan yaşamına uyarlanırken ortaya çıkardığı pratikler var, adetler, töreler ve alışkanlıklar var. Çok daha insani ve doğal bir şey gelenek. Türkiye’de muhafazakarlık, geleneklerini bırakmayan ama aynı zamanda modernleşmek isteyen insanın bu iki şeyi uzlaştırmak için vereceği ödünleri ayarlayan bir mekanizma olarak ortaya çıkıyor. Modernlik adına gelenekten verdiğin tavizi, bir geleneği diri tutmak için modernlikten verdiğin tavizi, tüm bu alış verişleri dengeleyen bir protokol. Kulağa hiç hoş gelmiyor değil mi? Ama daha iyi bir dünya idealinin kalmadığı, ‘daha iyi bir dünya’nın elde edilmesine götüren yöntem ve tekniklerin epey yıprandığı bir çağda, din adına da sosyalizm adına da devrim adına da çeşitli kötülüklerin yapılabildiğinin anlaşıldığı bir dünyada, hatta serbet piyasa adı altında özgürlüğün bile bir başkasının canını yakan bir şeye dönüştüğünün anlaşıldığı bir dünyada yani, içinde dine ve geleneğe ait nüveler taşıdığı için, muhafazakarlık zaman zaman nefes alma imkanı verebiliyor. Ama salt bir erdem olamaz elbette çünkü fırsat eşitsizliğini sözgelimi, kapitalist dayatmaları engellemiyor, aksine onlarla uzlaşarak etkilerini öteliyor. Ak Parti iktidarında zenginleşenler ya da zenginliği görünür olanlar mesela, zenginleşmenin kendisini sorun yapmıyor ama kapitalizmin kendi çıkarını herşeyden üstün gören insan modeline de prim vermiyor, kapitalizme verdiği ödünü geleneğin fakiri fukarayı gözetmeye, malını ihtiyaç sahiplerine tasadduk etme ilkesiyle dengeliyor. Dindarlık açısından bakarsak bir Ebu Zer, bir Ebu Bekir çıkmıyor buradan ama hiç değilse bir Donald Trump da çıkmıyor, malını mülkünü öyle zevk-ü sefa içinde yiyenler, Ferrarisinin yanında intihar eden Steven Good’lar da çıkmıyor.

Muhafazakarlığın dindarlıktan ya da gelenekten farkını örnekleyebilir miyiz?

Çok vülgarize edersek, bana şöyle geliyor: Gelenek adamın peygamber sünnetidir diye ve sırf sevdiği alıştığı için misvak kullanması ise, muhafazakarlık misvak aromalı diş macunu gibi. Geleneğin kendi aurası vardır bir bütünlüğü, o kendisini kendisine ait olmayan başka bir şeyle tartarak değerli kılmaya çalışmaz, ama muhafazakarlık gelenekten ve dinden belirli dozda bir aroma taşımakla beraber sürekli olarak modern olana göre konum belirler. 50 yıl öncesinin modern yaşam tarzı ile 50 yıl öncesinin muhafazakarlığı aynı değildir, çünkü modernlik sözgelimi sınırları aşmak, sözgelimi beden üzerindeki kayıtları kaldırmak konusunda elini yükselttikçe , muhafazakarlığın hizalandığı yer de değişir. İnsanların sadece makyaj yaptığı yıllarda muhafazakar kaşlarını bile almazdı; insanların baştan aşağı estetik ameliyat geçirdiği bir çağda muhafazakar artık makyaj yapar göz artı torbalarını aldırır, ufak tefek estetik operasyonlara girer. Çünkü koruması gereken bir şeyler olduğu gibi, yetişmesi gereken bir yer de vardır artık. Batılı toplumlarda da benzeri sözkonusu, dünün muhafazakarları kürtaja karşıydı, bugün sperm bankalarına karşılar, çünkü işler değişiyor. Peki bunlar Papa’nın umrunda mı? Değil, çünkü dinlerin ortak noktası, insanlığın alışkanlıkları yönelimleri karmaşaları ve uzlaşma çabaları nereye gidersen gitsin, insan için en iyiyi bilecek olanın insanı tasarlayan güç olduğu bilgisini yansıtmak. Modernizm ve muhafazakarlık bizi nereye götürürse götürsün, ne kadar çirkinleşirsek çirkinleşelim, orada bizi kurtaracak, artan tecrübelerimizle birlikte belki daha da iyi anlayacağımız bir ‘din’ olduğunu, oportünizmden ve uzlaşmacılıklardan azade bir inanç sistemi olduğunu biliyoruz ve bu muhteşem bir şey.

Sizce peki, sizin de ait olduğunuz bir grubun, dindar ya da muhafazakar genç kızların ve kadınların giderek daha modern, daha özgüven sahibi, markalara ilgi duyan ve iyi giyinmeye çalışma gibi tavırlarıyla daha dikkat çekici olmaya başlamaları, bir yozlaşma mı, dinden kopma mı?

Ben varım buradayım çağında değil, görünüyorum bak, buraya bak çağında yaşıyoruz. Düşünüyorum o halde varım değil, görünüyorum o halde varım durumunu idrak ediyoruz. Bazen tüm bunlar Berkeley ‘varolmak algılanmaktır’ dediği için mi çıktı diyorum. Varlığını algınabilmene borçluysan, birilerinin seni algılamasını sağlamak zorundasın çünkü.
Felsefi olarak kimse insanları dikkat çekiyorlar diye itham edemez, çünkü zamanın ruhu bu, bir roman yazan da, iyi bir fikir üreten de trendy bir marka kullanan da aslında hep aynı şeyi istiyor: Algılanmak. Biri daha özgün ve insanların samimi teşekkürüne mazhar olarak algılanmak istiyor, diğeri bir anlığına birilerinin dikkatini çekebilmiş olmaya, biraz pohpohlanmaya bile razı. Tabii ikisi arasındaki fark muazzam. Hayat için iyi bir şey çıkıyorsa, yine bu farktan çıkıyor zaten.

Soruna gelirsek, işte herkes algılanmak istiyor, hatta kendi istediği şekilde algılanmak istiyor. Görüntüsüyle bir mesaj verme derdi var. Bundan tesettürlüsü de tesettürsüzü de etkileniyor ister istemez. Nasıl ki eskiden parka bir solcu için taşınması şeref veren bir işaret gibiydi, örtülü kadınlar için bir zamanlar pardesü de öyle bir şeydi. Sonra ‘yahu nedir bu böyle üniforma gibi, İsrail ordusunun kadın askerleri gibi, örtüyse örtü tamam ama neden kadının kişiliği ve zevkleri bu örtüye yansıtılmasın ki?’ denildi. Demokrasiden çoğulculuktan çeşitlilikten bahsedilen dönemdi ve bu herkesin aklına yattı. Şimdi işi beyaz kürk üzerine mücevherle tutturulmuş başörtü takmaya kadar vardıran var. Kişilik ve zevkler yansımadı, sınıfsal durum yansımaya başladı örtüye. Bundan hoşlandığımı söyleyemem. Tesettür bir lüks tüketim enstrümanı haline gelmemeli. Ama çok şirin, hem sade hem ölçülü hem de stil sahibi kızlara rastlıyorum yeni tesettürlüler arasında ki bu da hoşuma gidiyor. Ama dediğim gibi, çeşitliliğin dozu kaçıyor bazen. Açık ayakkabıdan kırmızı ojeli ayak parmakları görünen bir başörtülü gördüğüm zaman, ben de irkiliyorum. Çok doğal olarak herhalde bir aile baskısı var işin içinde diyorum, ama sonra, hatun kişinin böyle algılanmak istediği ihtimali geliyor aklıma. Çünkü her şeyi aynı anda isteyen eklektik bir insan sözkonusu artık. Muhafazakarlar da bu eğilimden bu savrulmalardan azade değil. Her yemeğe kaşık sallayayım ama zayıf kalabileyim, hem kariyerimde durmaksızın yükseleyim hem de çocuğuma çok iyi bir anne olabileyim, hem kadere iman edeyim hem tüm ipler elimde olsun, hem çok iyi bir koca olayım hem sevgililerim olsun, hem herkes beni mütevazi bilsin hem cipim olsun denilebiliyorsa, bu saydıklarım mümkün olabiliyorsa, bu mantığın çoğaltımı sayesinde birilerinin aklına da hem çok süslü ve frapan olayım hem de başımı örteyim gelebilir. Diğerlerinden daha çok göze çarptığı kesin ama çok önemli bir fark yok diğer durumlarla bunun arasında.

Bu muhafazakarlık modernlik gelenek dindarlık döngüsünde kadın hep netameli bir yerde duruyor, siz de aman bu konu yeterince çetrefelli deyip kendinizi tutmuyorsunuz. 'Maktulun bir Femme Fatale olarak portresi ' başlıklı yazınıza sert eleştiriler geldi. Hem de kendi gazetenizden. Ne düşündünüz okuyunca, ilk tepkiniz ne oldu?

‘Too good to be true’ diye bir İngiliz deyimi var, herhalde işler gerçek olmak için fazla iyi gidiyordu, gerçek olamayacak kadar iyiydi . İlk 23 günden bahsediyorum. Bana bu tepkileri veren, köşelerinden ‘seninle tartışılmaz ‘ deyip gayet kaba bir biçimde hadi oradan çeken insanlarla arkadaş olduğumu bile sanmıştım. Aslına bakarsan ilk başta gayet anlayışla karşılamaya çalıştım durumu. Keyfimi bozmak istemiyordum çünkü. Doğan beyi aradım gülerek, bu ne ? dedim, ‘demokrasi’ dedi. ‘Haaa iyi, herkes için yeterli miktarda demokrasiniz vardır umarım’ deyince o da gayet sakin ‘tabii ki Nihal hanım siz de cevap yazın ’ dedi. Herkesin fikrini ifade edebilmesi güzel bir şeydir sonuçta ama pazartesi günkü nüshayı görenin Çarşamba günü benim verdiğim cevabı okuyacağının bir garantisi yok, nitekim hala o günkü nüshanın gazıyla orada burada gayet manasız şekilde bana çemkirenler var. Dolayısıyla bunun telafisi yok. Üstelik ben bu gazetenin yazarıyım senin de dediğin gibi. Kendi yazarına aynı gün içinde üç köşe yazısı bir polemik sayfası ile yüklenen başka bir gazete hatırlayamayınca, keyfim kaçtı diyebilirim. Dahası telefonlarım hiç susmadı ve kendileri de ‘merkez medyada’ çalışan arkadaşlarım durumun hiç hoş görünmediğini söylediler. Yaa işte gazeteni bırakır oralara gidersen bunlar olur diyenlere, ‘yok aslında kötü bi niyet …arkadaşlar..hani demokrasi.. estek kelestek’ diye gazetemi savunmak durumunda kaldım ki, görünen bunun bana düşmediğiydi artık. Benim yazımı değil, o günkü gazeteyi gören maktul çevrelerinin ‘sen kızımıza o…pu demişsin, Allah da senin cezanı versin’ telefonları ise artık can acıtıydı. Son kertede iyimserliğin lüzumu yok, bunları hak ettiğimi düşünmüyorum.

Kırgın mısınız?


Kırgınım ve kızgınım. Yazımın üzerinden ‘her cazibeli kadın öldürülmeli mi?’ başlığını da çok sorumsuzca buldum. Hesapta ben ‘cinayetleri meşrulaştırmak’ ile suçlanıyorum, ama böyle bir başlık atılarak bana malediliyor ve bu sorunun adamın birininaklına yatmasından hiç çekinilmiyor. Hiç çekinilmediği halde, müthiş sorumlu yazar tavrıyla üst perdeden yazı yazan arkadaşa sesleniyorum, mevzuu buysa, cinayetleri meşrulaştırmamak ise bu başlık açıktan teşvik edici değil midir diye, acımasızlıktan bahsediyor çünkü, hakkaniyet duygusu taşıyor belli ki, o da yanıt olarak demagoji yapmayı ve hatta hakaret etmeyi seçiyor. ‘ben senin yazın hafızalardan kazınmalı dedim, hafızalara kazımak demedim filan diyor.. İyi de arkadaşım, sen bu yazıyı kazıyarak ya da kazınarak , bir kara leke olarak lanse ettin mi etmedin mi?

Şimdi iki harfin ardına sığınıp bir gazetenin kendi yazarını ‘her cazibeli kadın öldürülebilir’ demiş gibi sunmasını hangi etik anlayışa sığdırıyorsun? Ama hayır, ‘Demek ki neymiş seninle tartışılmazmış’ gibi cevaplar alıyorum. İyi o zaman ‘kadın açık saçıksa bu katili ilgilendirmez’ gibi evlere şenlikoğlu ,
akıllara ziyan görüşler verenlerle tartışın. Size bu ‘grotesk konsensus’da mutluluklar dilerim.

Sözlerinizden size yönelik bir kasıt olduğunu düşündüğünüzü anlıyorum. Sadece fikir ayrılığı olamaz mı? Çünkü her gazetede farklı düşünenler,
birbirleriyle çok sert tartışmalara girebiliyor. Normal değil mi zaman zaman tartışma çıkması?


Gazetenin ilk ayı dolmadan pek normal değil. Bunun bu ekibe dışarıdan, başka bir mecradan katılan birine karşı yapılması normal değil. Üstelik, ben gazetedeki yöneticilerime ‘siz gazetenin hedef kitlesini benden çok daha iyi tanıyorsunuz, yapı oturana kadar, bu anlamda beni yönlendirin, okurun tepki göstereceği, ya da yanlış anlamalara mahal verebilecek bir durum olursa beni uyarın’ demişim. Müdaheleye hayır ama yapıcı yönlendirmeye evet demişim. Yöneticilerim de bu duruma ‘elbette, siz rahat olun, sorun
yaratabilecek bir şey görürsek yönlendirme yaparız ’ diye cevap vermişler.

Durum bu iken, yazıyı teşrih etmem istenseydi, memnun olurdum . Yazıişlerindeki kadınların ‘kendisiyle yan yana bile gelmeyiz’ filan demiş olmalarını medyatavadan öğrenmem ise tüy dikti diyebilirim. Siz medyada çalışan ve bu denli onuruna düşkün kadın çalışanlar olarak merkez medya ürünlerinin hemen hepsindeki soruna, kadın bedeninin sayfa sayfa teşhir edilip metalaştırılmasına hiç ses etmeyeceksiniz, her köşede seksist ve ayrımcı bir erkek bakışaçısıyla karşılaşacak ve onunla uzlaşmayı tercih edeceksiniz, sonra benimle yan yana gelmeyeceksiniz öyle mi? Kimse kadınlık gururunu ve onurunu benim üzerimden temize çekmeye kalkışmasın, bu gülünç bir çaba olur, kimse de bunu yutmaz.

Nilay Örnek ekteki yazısında keşke cevap yazısını yazmadan önce o yazısına tepki gösteren insanları bir arasaydı, neden öyle dediniz ki diye sorsaydı diyor… Buna ne dersiniz?

Aynı şeyi benim beklemem gerekmez mi? Ben Nilay hanımın ve aynı tepkileri veren ekürinin görüşlerini yığma halde pazartesi günü gazeteyi açınca mı görmeliydim? Polemik sayfasına ‘böyle bir görüşün benim bulunduğum bünyede yer alması beni sinirlendiriyor’ gibi sözler sarfetmek yerine, Pippa Bacca’nın ölümünü karikatürize edenlerle beni bir tutmadan önce bana bir sorsaydı Nilay, Nihal hanım siz ne demeye getirdiniz diye? Sonuçta ben, kadınların bu coğrafyada her nedenle dayak yediğini ve şiddete uğradığını reddeden biri değilim, bununla ilgili defaatle yazmış biriyim ve bazı muhafazakarların gözünde tescilli erkek düşmanı haline gelmiş durumdayım, gelin görün ki kadınların şiddet görmesine duyarsız biriymişim gibi muamele görüyorum. Evet kadın her nedenle öldürülebiliyor, benim dediğim, kadının ‘sırf’ bu nedenle de öldürülebildiği. Sırf güzel olduğu için, sırf çekici olduğu için bile öldürülebildiği. Benim dediğim kadında erkeğin zaman zaman baş edemediği bir gücün bulunduğu, erkeğin bu gücü inhibe etmek için o gücün kaynağını yok etmeye dönük bir pozisyon alabildiği. O pozisyonun öldürmeye kadar gidebildiği. Bunları söylemişim. Ve bu bilimsel yanı da olan bir realitedir artık, kopan yaygaraya bak. Neyse artık, olmuş bir kere deyip geçeceğiz.

Peki kendi yazınızda hiç hata aradınız mı? Güzelliği tarif ediş biçiminiz insanları kızdırmaya ve yanlış anlaşılmaya müsait olabilir mi?

Bakın anlamadığım şu . Haşmet Babaoğlu Vatan gazetesinde defaatle “Güzelliğin soğuk geometrisi erkeklerin asabını bozar.
O geometriyi bozmak, kırmak, dağıtmak ister erkek. Ve ancak parçalardan birine fetişist gibi bağlanır. Güzellik yarışmalarında derece alacak kadar
güzel kadınların sevgililerince dövülmesi, öldürülmesi bu bakımdan tuhaf karşılanmamalı…’ diye yazdı. Kendisine sordum ve doğruladı. Bu cümleler benim yazdığım şeyle mantalite olarak neredeyse aynı. Haşmet bey bunları Gazete Habertürk’te yazsaydı, yazı işlerini ayağa kaldıran
hemcinslerim bu şekil bir tutum sergileyecekler miydi? Cevabı size ben vereyim: Elbette hayır . O zaman tehlikeli bir yere geliyoruz. Demek ki bazı
arkadaşlarımız benim yazdıklarımı benim muhafazakar tarafım üzerinden süzerek alımlıyor ‘ başkası derse güzel, ama bu kadın diyorsa kötüdür’ bir bakışaçısı var. Bu bakışaçısıyla yüzleşilmediği sürece buradan diyalog türemez.

Tabii henüz acıların taze olduğu bir zaman diliminde eline ameliyat eldivenleri geçirip soğuk bir ifade takınmış olmam belki asıl sorun. Fakat gerçek şu ki, görünürde pencereden düştüğü için ölmüş görünen bir kadın gerçekten bu yüzden mi öldü, düşmeden önce kocası ya da sevgilisi tarafından öldürülmüş müydü, bunu anlayabilecek tekniğe vakıf olacak kadar polisiye yorgunuyum. ‘Aman şimdi ben başörtülüyüm, yanlış anlaşılır, en iyisi yazının bir yerinde tesettürlülere ya da dindarlara çakayım da, durum eşitlensin’ filan gibi akla ziyan denklemler kurmak da aklıma gelmedi doğrusu.

İlk örnek olduğundan olsa gerek Ahmet Hakan’la kıyaslanıyorsunuz. Hoşunuza gidiyor mu bu? Ahmet Hakan, yeni mahallesinde de kısa sürede en sevilen, en çok okunan yazarlardan biri oldu. Sizin için de ikinci Ahmet Hakan olacak diyorlar. Malum Ahmet Hakan eski mahallesini de en sert eleştirebilen isimlerden biridir. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?


Ahmet Hakan , söylediğiniz gibi bir yönüyle başarı ölçüsü. Kıvrak bir zekası var, iyi bir kalemi ve kısa sürede Hürriyet’in en çok okunan yazarı
oldu. Bu açıdan yapılan kıyaslamalar beni elbette sevindirir. Ama bir yönüyle de bir değişim öyküsüdür Ahmet Hakan. Ama Hürriyet’e geçeceği
için değişmiş değildir. Hürriyet bunu rahatlıkla deklare ettiği bir yer oldu sadece.. ‘Eski mahallem’ dedi, ‘eski İslamcı dostlarım’ dedi, ‘ben eskiden…’
diye başlayan cümleler kurdu ve bu yüzden çok şiddetli tepkiler aldı. İslamcı bagaja sahip olduğu halde merkez medyada yer alabilme bağlamında bir
‘ilk’ti ve ilk olmanın zorluklarının altından kendi tarzını ortaya koyarak kalkmayı başarmıştır. Ama ortada kıyaslamayı gerektiren bir hal göremiyorum.
İkimiz arasındaki ortak noktalar, muhafazakar camia kökenli olmamızdan ve şimdi merkez medya denilen mecrada olmamızdan öteye gitmiyor. Farklı
hikayelere sahibiz. Şöyle ki, mütedeyyin kesim çok geniş ve aslında sanıldığından daha heterojen. Onun eski mahallem dediği ve sıtkının sıyrılmasına neden olan geçmiş tecrübeleri ile benimkiler örtüşmüyor. Ben onun eski mahallem dediği yer ve kişilerle yaşadığı türde ve şiddette olumsuzluklar yaşamadım sanırım. Belki farklı dindar tipleriyle karşılaştığımız için, belki ben kadın olduğum için ve insanlar kirli bohçalarını kadınların
yanında açmadığı için. Benim basından tanıdığım bir çok simayı Ahmet Hakan ‘içerden’, yıllar öncesinden tanıyor, maskelerini çıkarttıkları anlarda
nasıl kimseler olduklarını biliyor belki. Dolayısıyla eski mahallesine çok dolaysız ve sert eleştiri yapmasının arkasında belki böyle bir birikimin
etkisi vardır bilemiyorum. Benim böyle bir bagajım yok.

Dolayısıyla Ahmet Hakan fenomeninin benim açımdan bir iyi bir kötü yanı var. Ahmet Hakan’ın merkez medyadaki bariyeri öyle ya da böyle kırması,
bir tabuyu yıkması ile Habertürk’ün cesur bir adım atıp, halihazırda başörtülü olan bir yazarı alması arasında kuşkusuz bir bağlantı var.
Kötü tarafı da şu ki, muhafazakarlıkla ilgili oldukça ağır lafları Zaman’da sarfettiğimde kimse bir şey demiyordu; bugün ise bırakın muhafazakarlık
eleştirisini, bir küçük AK Parti eleştirisinde bile hemen Ahmet Hakan’laşıyorsunuz, değiştiniz diyen maillere maruz kalıyorum. Dolayısıyla kendisini hem tebrik etmek hem de bir güzel dövmek gibi isteklerim var. Latife bir yana, sayemde Ahmet Hakan’ın değeri ve kıymeti artacak gibi görünüyor.
Magazin ekinden Rahşan hanım, Kılıçdaroğlu ile ilgili izlenim yazıma ne yapıp edip türban meselesini soktuğumu çünkü türban kompleksim olduğunu
yazmış ve Ahmet Hakan kadar rahat olamadığımdan dem vurmuş mesela.

Oysa Ahmet Hakan’ın da bu ülkedeki yasaklarla ilgili bir problemi var ve takip ettiğim kadarıyla bu hiç değişmedi. Ve yazımın sadece iki yerinde başörtüsüyle ilgili gözlemlere yer veriliyordu. Ama bu bile fazla gelmiş Rahşan’a ve Kılıçdaroğlu’nun kişiliğiyle ilgili söylediğim olumlu şeyleri de görmezden gelmiş. Bu ‘madem bi açılım yaptın tam yap da görelim’, durumu insanı kendi muhafazakar, İslamcı yanına doğru kışkırtır, benim yerimde Ahmet Hakan olsaydı ne yapardı bilmiyorum, ama son günlerde olanlar, bu dokundurmalar filan, insana eksik kalsın Woody Allen da izlemeyiz, Creme Brule de yemeyiz dedirtip Karacoğlan- Mevdudi hattına bağlatabilir yani . Kimin aklına gelir? Düşünsene, gayet light bir dindar olarak geliyor ve burada bir Rabiatül Adeviyye’ye dönüşüyormuşum. Süper . Anlat anlatabilirsen artık millete bu etki – tepki – ters tepti hikayesini..

Transferiniz dolayısıyla eski mahalle, yeni mahalle gibi kavramlar yeniden hatırlandı. Bu 'farklı mahalle' tanımını da pek sevmiyorum aslında çünkü yarattığı algı şöyle; Etiler ve Fatih gibi. Hani aşırı farklı, biri çok kötü diğeri çok iyi, biri herkesin oturmak isteyeceği diğeri şartlar nedeniyle oturmak zorunda kalınılacak da şartlar düzelirse hemen taşınılacak gibi.. Siz mahalle değiştirdiğinizi düşünüyor musunuz, ya da bir mahalle olsanız hangi mahalle olurdunuz?

Mahalle metaforu bazı kontrastları ifade etmek açısından kullanışlı ve nitekim hepimiz kullanıyoruz, ama haklısın, mahalle isimleri üzerinden metafor üretmek çok da sağlıklı bir şey değil. Nasıl ki İstanbul Etiler ve Fatih’ten oluşmuyor , hayat da böyle vagonlara mahallelere ayrılmış bir şekilde gitmiyor. İnsanın evinin Fatihte işyerinin Etiler’de olması nasıl mümkünse, bir insanın bir mahallenin bagajını tümüyle iktisap etmeden iki hatta üç mahalle arasında mekik dokuması da mümkün. Hatta hayat böyle. Üstelik bunun Bahçelievler’i var, Merter’i var, İstinye’si, Kuzguncuk’u var. Şu saydığım semtleri Fatih mi temsil eder Etiler mi? İkisi de etmez. O zaman yok mu sayacaksınız? Oysa onlar makul çoğunluk ve mahalle dendiği zaman ne tuhaftır ki ortaya konulan metaforlar onları es geçiyor. Bu Fatih-Etiler, Üsküdar-Nişantaşı kontrastları,
karşıtlıkları Türkiye’nin umrunda değil nitekim, fakat medyadaki bakışaçısı, Türkiyeyi bu iki mahalle etrafında saf tutmaya çağırıyor sanki,
bazen de özellikle bir cedel yaratılması için kullanılıyor bu iki mahalle indirgemeciliği. . ‘Hayat tarzı’ etrafında. Bu bağlamda soruya dönersek,
ben mahalle değiştirmek istediğim için, hayat tarzımı değiştirdiğim için Habertürk’e geçmedim. Ya da hayat tarzımı değiştirmiş idim de kendime uygun bir zemin/işyeri arıyordum, burayı buldum diye bir durum yok. Ben hep alacalı ve kırçıllı bir kişi oldum ve gazetemiz çoksesli bir yapı olmak
istediği ve farklı siyasi kültürel görüşleri, eğilimleri yansıtabilen bir gazete olmayı temenni ettiği için benimle anlaştı diye düşünüyorum. Bu durumda benim kalkıp da ‘ben değiştim’ diye ortaya çıkmam benim eski okurlarımdan çok yeni gazetemi zor durumda bırakır gibi geliyor. Asıl endişe verici olan benim saçı başı dağıtıp elimde bir kadeh martini ile Altaylı’nın odasına dalmam ve ‘Fatih bey , ben değiştim de, alemlere nereden akılıyordu? ’ demem olur emin ol. Böyle bir şey olacağından değil , ama olsa asıl fecaat o olurdu gazete açısından. Bu, İslami görüşü temsil etmek için buradayım anlamına da gelmiyor. Beni aşar o. Zul addedeceğimden değil, sahiden aşacağı için. Mutlak surette doğru, iyi ve dinen güzel olan tavrı her koşulda
geliştiremeyeceğim için. Normal şartlarda benden müftü ya da molla tavrı çıkmaz, ama kendi varoluşunu değilleyen bir tavır da çıkmaz. Ne Etiler ne Fatih, ben Taksim-Tünel-Beyazıt senteziyim herhalde. Semtler üzerinden bir tanımlama yapacaksak.

gulinyildirimkaya@haberturk.com

"İki mahalleden de değilim, Taksim, Tünel, Beyazıt senteziyim"

Öncelikle hoşgeldiniz Habertürk'e. Ne değişti hayatınızda 3 haftadır?
Mutlu musunuz?


Mutluluk göz teması kurduğun anda kaçıveren kedilere benzer, o yüzden hiç o tarafa bakmamaya çalışırım. Biraz da, ancak elden gittiği zaman anlaşılan bir değerdir. Kendimi tartıyorum, üç ay önce ne hissediyorsam, hala onu hissediyorum, demek ki mutluyum

Habertürk'e geliş öykünüzü anlatır mısınız? Ne hissettiniz teklif aldığınızda?


Teklif anı güzeldi. Bir Yeşilçam filmi parodisi gibiydi, muzipti. Ayrıca Kenan bey’in merkez medya havalisinde çok az rastlanılan bir duyguyu
verebilmesi, güven verici olması oldukça önemliydi. Fatih Altaylı’yı çok sert, kavgacı ve özellikle dindar insanlarla uzlaşmazlık içinde olmayı
kendisine şiar edinmiş biri olarak görüyordum. Biraz araştırınca kafasına yatmayan hemen her şeye ve herkese karşı tavır alan ve yanlışı olduğu
zaman da tashih etmekten çekinmeyen bir portre olduğunu hissettim. Tanıştığımızda beklediğimden çok daha medeni bir diyalog oluştu.
İnsanların birlikte çalışabilmesi için birbirlerinin tüm geçmişlerini ve fikirlerini yüzde yüz onaylamaları gerekmiyor zaten. Son günlere kadar herşey iyiydi diyebilirim

Zaman'da yazdığınız veda yazısı, Zaman'ın internet sitesinde bütün gün
manşette tutuldu. Duygusal ve zor bir veda olduğunu tahmin ediyorum. Nasıl tepkiler aldınız arkadaşlarınızdan, Ekrem Bey'den?


Okuruma veda etmiş saymıyorum aslında kendimi. İyi ve sadık okur sizi nerede olsa bulur. Öte yandan iş arkadaşlarıma, alıştığım ortama veda etmek elbette oldukça güç bir şeydi. Ekrem beyin beni yargılamasından da ürküyordum işin doğrusu. Çünkü yargısız infaz yaptığını sandığınız pek çok kere, görürsünüz ki isabet ettirmiş. Herşey zamanla anlaşılır yani, gazetenin
sloganında olduğu gibi. O yüzden beni anlaması benim için önemliydi.
Anladı mı bilmiyorum, ama en azından ikna olmuş gibiydi.

Zaman'daki okurlarınız sizi Gazete Habertürk'te de takip ediyordur söylediğiniz gibi, yanısıra yeni bir kitleye de hitap ediyorsunuz artık. Ne gibi tepkiler alıyorsunuz eski ve yeni okurlarınızdan? Mesela eski okurlarınız değiştiğinizi düşünüyor mu, yeni okurlarınız sizi nasıl buldu?

Bu değiştin değişmedin hikayesi aslında çok gülünç. Bireye saygı duymayan ve insanın kendisine özgü bir varoluşunun olmadığı ön kabulu vardır bu
‘değiştin-değişmedin’ alarmında. İnsanın içinde bulunduğu cemaat, klan ya da camia ya da cemiyet ile bir anlam ifade ettiği yargısı vardır.
Birincisi boyacı küpüne girmek gibi bir şey değil iş değiştirmek. İkincisi değişmek için bir sebebim olmalı? Niye değişeyim ki? Ben zaten
bireyselliğine düşkün biriydim yine öyle. Standartlarım zaten iyiydi. Böyle kalkıp Nihal Bengisu’yu habertürke geçtikten sonra
asortik mekanlara filan gidiyor diyemezler çünkü muhtemelen o yerler on yıldır gittiğim yerlerdir. Hem yeni sosyal imkanlar demek her zaman değişmek değildir, gelişmek de gelebilir bunun ucunda. Tabii benim eski okurlarım arasında rahatsız olanlar mevcut. İdeolojik gerekçeler bir yana, merkez medya
plazalarıyla ilgili tuhaf efsaneler vardır bizim kesimde. Bir grup, plaza insanının koridorlarda öpüşen, sadece otomobil ve şarap konuşan, birbirinin altını oyan,
dostluk ve sadakat hissinden uzak, eğlenmeye haddinden fazla önem veren çığrından çıkmış bir tür olduğunu sanıyor. Benim tanıştığım
kimseler çocuğunun okul servisiyle dersiyle kursuyla işiyle gücüyle meşgul insanlar yani. Ama dışarıdaki algı daha farklı. Bu yerlerde bulunan
kişiler de ya huyundan ya suyundan bir noktada etkilenir, dünyevi ihtiraslara kapılır, kariyerist heveslerle değerlerini satar, giderek nefsine
yenik düşer ve bu yenilgisini rasyonalize etmek için ideolojisini de değiştirir gibi zımni bir kabul var. Oysa ortada sizi döve döve değiştirecek bir irade, bir gayret göremiyorum . Hem bilmiyorum, köşe yazarı dediğin okuruna belirli bir hayat tarzını da borçlu mudur? Kendisini bir kanaat önderi olarak lanse etmediği sürece bence değildir. Yazar dediğinin okura borçlu olduğu tek şey ‘yazı’dır, fikirdir gibi geliyor bana. Üstelik hayat tarzı örtüşmesi ayrışması bir yana; okurun iyi ve doğru olduğunu düşündüğü şeyle,
yazarın iyi ve doğru olduğunu düşündüğü şey arasındaki makas zaman zaman açılabilir, bu makas her açıldığında ‘vaay sen değiştin’ ya da gazete değiştirdin ama kendin bi’ türlü değişemedin diyen herkesi dinlersen hiçbir şey yazamaz hale gelirsin. Okuru ciddiye alırım ama herşeyin bir sınırı var.

Yeni bir yerde yazmaya başlayınca bir kafa karışıklığı oluyor mu, yeni bir kitle okuyor diye düşünerek mesela, üslubunuzda yada konu seçiminizde
tereddüte düşüyor musunuz?

Yazının ana fikri konusunda tereddüte düşmem, ama uslub konusu elbette önemli. Yazdığınız mecranın değişmesi yeni bir eve taşınmak gibi. Bazı
fazlalıkları elden çıkarmanız gerekir, yeni eşyalar almak gerekir, evi yeniden dekore etmeniz gerekebilir, fakat sizin için hayati değerde olan
şeyleri yeni bir eve taşındım diye atmazsınız.
Konu seçimi değil de, daha kısa yazma , parçalı bölümlü yazı beklentisini karşılama işine tam adapte olamadım daha. Buna alışmaya çalışıyorum.

Kadın yazarların işi zor, erkeklerden yazar diye bahsediliyor, kadınlardan nedense kadın yazar diye.. Bir de başörtünüz olunca 'türbanlı yazar'
tanımlası giriyor devreye -ki böyle tanımlanmaktan rahatsız olduğunuzu biliyorum-, bu daha da zor olsa gerek. Tedirgin misiniz yazarken, insanlar beni belli önyargılarla okuyor olabilir, yazdıklarımdan farklı anlamlar çıkarabilirler hissine kapılıp kendinizi kısıtlıyor musunuz hiç?

Kadın yazar demek zaten ‘tekinsiz insan türü’ demektir, okura alttan alta ‘ aman ha dikkat et okurken, mesafeni koy, bakarsın hatun kişi muayyen
dönemindedir lohusa sendromu yaşıyordur, saçmalıyor olabilir’ mesajı vermek demektir ‘kadın yazar’ demek. Türbanlı yazar tanımlaması ise aslında
yazar değil ama kendisini yazar diye tanımlıyor idare ediverin anlamına gelir. Türbanlı yazar, kadın yazardan daha aşağı bir kategoridir bir yerde,
ama kadınlık durumundan yırttığı da varsayılır gizliden gizliye ve bu durum türbanlı yazarın kanaat önderi vasfını çok çabuk kazanmasına neden olur
aynı zamanda. ‘İslamcılığı’ elde birdir, ‘muhafazakar’lığı elde birdir, bir tartışma proğramına bir tane başörtülü koydun mu ‘islami görüş’ün ya da
‘muhafazakar kesim’ in tümüyle temsil edildiği varsayılır; ama o kadın arada bir, başörtüsüne rağmen bazı konularda beklenilenin aksine tutum
takınıyorsa bu iki tarafı da bozar. Bu bozulma hali de hemen şöyle rasyonalize edilir: İslami kesimin marjinal kadın yazarı…Muhafazakar kesimin
aykırı sesi. Bu da aslında şuradan gelir: İslamcıysa ya da başörtülüyse yazar olamaz, yazar olabiliyorsa mutlaka aykırıdır, marjinaldir. Ama dediğim gibi, bunları çok ciddiye alırsak tıkanırız..


O zaman ‘yazar’ olarak Nihal Bengisu’ya sorayım, benim gözlemlediğim bir şey var, 90 lı yıllarda İslamcı entelektüeller şiddetle karşı çıkardı modernliğe. AK parti iktidarıyla modern muhafazakar bir kimlik belirgin olmaya başladı. Modern-muhafazakar kalıbı size erdemli bir hali mi çağrıştırıyor, yoksa bu sadece bir durum mu?


Modernizm eleştirisi modernliğe karşıt bir tutum değildir aslında, özünde modern bir tavırdır. Nitekim ancak modern olabilen bir düşünce moderniteye eleştiri getirebilir; siz hiç geleneği bütün müktesebatı ile içselleştirmiş, onun kalıplarna uygun bir yaşam süren ve canhıraş modernizm eleştirisi yapan birini gördünüz mü? Bu minvalde nasıl ki kapitalizmi çok sert bir şekilde eleştiren solcuların bir kısmı sonradan reklamcı olmuştur, çünkü eleştirmek adına da olsa çok iyi anlamışlardır piyasa mekanizmasını, buna benzer şekilde, modernizm eleştirisi de yerini yapıya entegre olmayı getirdi İslamcı kesimde. Nitekim bugün eski İslamcıların modern yaşamında bir tökezleme, bir sürçme, bir adaptasyon zorluğundan filan bahsedilemez. Dışarıdan adaptasyon kusuru gibi görünen şeyler gayet istençli ve bilinçli şekilde direngen kalınmak istenen noktalardır ya da modernliği meşrebine uydurmak ile ilgilidir. Çünkü tersinden de olsa iyi çalışılmış oldu bu ders.

Peki ne oldu da eleştiriden entegrasyona geçildi?

28 Şubat’a kadar modernliğin gayri insani kurumlarına, yan tesirlerine ve hayatı yozlaştırmasına dönük bir tepki, onu değiştirme, dönüştürme ideali vardı, bu direnç kırılınca eleştiri süzgeci ortadan kalktı ve edinilmiş bilgi dolayıma girdi. Modernliği niteleyenin ‘Batı’ olduğu, sorunlu olanın halkın duyarlılıklarını hiçe sayan batı tipi modernleşme, batılılaşma olduğu fikri hakim oldu. Bir önceki sorunuza dönersek…Muhafazakarlık da zaten modernlikle çelişmek şöyle dursun, onun yan tesirlerini azaltma, şok edici yeniliklerine karşı bir hava yastığı vazifesi görmek için kurgulanmış bir düşüncedir . Bir çok toplumda ve hatta Batı’da modernliğin teknik anlamda yaygınlaşması, sindirilmesi bir düzene dönüştürülmesi için yardımcı bir işlev görmüştür. Dolayısıyla aslında muhafazakarlık yaygınlaşmıyor bugün; tam tersine burjuva modernleşmesinin muhafazakarlık sayesinde yaygınlaşması, teknik olarak toplumun diğer katmanlarına sirayet etmesi sözkonusu. Ancak bu dolaşımda muhafazakarlıkla karıştırılan bir şey var: geleneksellik. Gelenek daha bütüncül ve kuşatan bir şey, içinde dinin insan yaşamına uyarlanırken ortaya çıkardığı pratikler var, adetler, töreler ve alışkanlıklar var. Çok daha insani ve doğal bir şey gelenek. Türkiye’de muhafazakarlık, geleneklerini bırakmayan ama aynı zamanda modernleşmek isteyen insanın bu iki şeyi uzlaştırmak için vereceği ödünleri ayarlayan bir mekanizma olarak ortaya çıkıyor. Modernlik adına gelenekten verdiğin tavizi, bir geleneği diri tutmak için modernlikten verdiğin tavizi, tüm bu alış verişleri dengeleyen bir protokol. Kulağa hiç hoş gelmiyor değil mi? Ama daha iyi bir dünya idealinin kalmadığı, ‘daha iyi bir dünya’nın elde edilmesine götüren yöntem ve tekniklerin epey yıprandığı bir çağda, din adına da sosyalizm adına da devrim adına da çeşitli kötülüklerin yapılabildiğinin anlaşıldığı bir dünyada, hatta serbet piyasa adı altında özgürlüğün bile bir başkasının canını yakan bir şeye dönüştüğünün anlaşıldığı bir dünyada yani, içinde dine ve geleneğe ait nüveler taşıdığı için, muhafazakarlık zaman zaman nefes alma imkanı verebiliyor. Ama salt bir erdem olamaz elbette çünkü fırsat eşitsizliğini sözgelimi, kapitalist dayatmaları engellemiyor, aksine onlarla uzlaşarak etkilerini öteliyor. Ak Parti iktidarında zenginleşenler ya da zenginliği görünür olanlar mesela, zenginleşmenin kendisini sorun yapmıyor ama kapitalizmin kendi çıkarını herşeyden üstün gören insan modeline de prim vermiyor, kapitalizme verdiği ödünü geleneğin fakiri fukarayı gözetmeye, malını ihtiyaç sahiplerine tasadduk etme ilkesiyle dengeliyor. Dindarlık açısından bakarsak bir Ebu Zer, bir Ebu Bekir çıkmıyor buradan ama hiç değilse bir Donald Trump da çıkmıyor, malını mülkünü öyle zevk-ü sefa içinde yiyenler, Ferrarisinin yanında intihar eden Steven Good’lar da çıkmıyor.

Muhafazakarlığın dindarlıktan ya da gelenekten farkını örnekleyebilir miyiz?

Çok vülgarize edersek, bana şöyle geliyor: Gelenek adamın peygamber sünnetidir diye ve sırf sevdiği alıştığı için misvak kullanması ise, muhafazakarlık misvak aromalı diş macunu gibi. Geleneğin kendi aurası vardır bir bütünlüğü, o kendisini kendisine ait olmayan başka bir şeyle tartarak değerli kılmaya çalışmaz, ama muhafazakarlık gelenekten ve dinden belirli dozda bir aroma taşımakla beraber sürekli olarak modern olana göre konum belirler. 50 yıl öncesinin modern yaşam tarzı ile 50 yıl öncesinin muhafazakarlığı aynı değildir, çünkü modernlik sözgelimi sınırları aşmak, sözgelimi beden üzerindeki kayıtları kaldırmak konusunda elini yükselttikçe , muhafazakarlığın hizalandığı yer de değişir. İnsanların sadece makyaj yaptığı yıllarda muhafazakar kaşlarını bile almazdı; insanların baştan aşağı estetik ameliyat geçirdiği bir çağda muhafazakar artık makyaj yapar göz artı torbalarını aldırır, ufak tefek estetik operasyonlara girer. Çünkü koruması gereken bir şeyler olduğu gibi, yetişmesi gereken bir yer de vardır artık. Batılı toplumlarda da benzeri sözkonusu, dünün muhafazakarları kürtaja karşıydı, bugün sperm bankalarına karşılar, çünkü işler değişiyor. Peki bunlar Papa’nın umrunda mı? Değil, çünkü dinlerin ortak noktası, insanlığın alışkanlıkları yönelimleri karmaşaları ve uzlaşma çabaları nereye gidersen gitsin, insan için en iyiyi bilecek olanın insanı tasarlayan güç olduğu bilgisini yansıtmak. Modernizm ve muhafazakarlık bizi nereye götürürse götürsün, ne kadar çirkinleşirsek çirkinleşelim, orada bizi kurtaracak, artan tecrübelerimizle birlikte belki daha da iyi anlayacağımız bir ‘din’ olduğunu, oportünizmden ve uzlaşmacılıklardan azade bir inanç sistemi olduğunu biliyoruz ve bu muhteşem bir şey.

Sizce peki, sizin de ait olduğunuz bir grubun, dindar ya da muhafazakar genç kızların ve kadınların giderek daha modern, daha özgüven sahibi, markalara ilgi duyan ve iyi giyinmeye çalışma gibi tavırlarıyla daha dikkat çekici olmaya başlamaları, bir yozlaşma mı, dinden kopma mı?

Ben varım buradayım çağında değil, görünüyorum bak, buraya bak çağında yaşıyoruz. Düşünüyorum o halde varım değil, görünüyorum o halde varım durumunu idrak ediyoruz. Bazen tüm bunlar Berkeley ‘varolmak algılanmaktır’ dediği için mi çıktı diyorum. Varlığını algınabilmene borçluysan, birilerinin seni algılamasını sağlamak zorundasın çünkü.
Felsefi olarak kimse insanları dikkat çekiyorlar diye itham edemez, çünkü zamanın ruhu bu, bir roman yazan da, iyi bir fikir üreten de trendy bir marka kullanan da aslında hep aynı şeyi istiyor: Algılanmak. Biri daha özgün ve insanların samimi teşekkürüne mazhar olarak algılanmak istiyor, diğeri bir anlığına birilerinin dikkatini çekebilmiş olmaya, biraz pohpohlanmaya bile razı. Tabii ikisi arasındaki fark muazzam. Hayat için iyi bir şey çıkıyorsa, yine bu farktan çıkıyor zaten.

Soruna gelirsek, işte herkes algılanmak istiyor, hatta kendi istediği şekilde algılanmak istiyor. Görüntüsüyle bir mesaj verme derdi var. Bundan tesettürlüsü de tesettürsüzü de etkileniyor ister istemez. Nasıl ki eskiden parka bir solcu için taşınması şeref veren bir işaret gibiydi, örtülü kadınlar için bir zamanlar pardesü de öyle bir şeydi. Sonra ‘yahu nedir bu böyle üniforma gibi, İsrail ordusunun kadın askerleri gibi, örtüyse örtü tamam ama neden kadının kişiliği ve zevkleri bu örtüye yansıtılmasın ki?’ denildi. Demokrasiden çoğulculuktan çeşitlilikten bahsedilen dönemdi ve bu herkesin aklına yattı. Şimdi işi beyaz kürk üzerine mücevherle tutturulmuş başörtü takmaya kadar vardıran var. Kişilik ve zevkler yansımadı, sınıfsal durum yansımaya başladı örtüye. Bundan hoşlandığımı söyleyemem. Tesettür bir lüks tüketim enstrümanı haline gelmemeli. Ama çok şirin, hem sade hem ölçülü hem de stil sahibi kızlara rastlıyorum yeni tesettürlüler arasında ki bu da hoşuma gidiyor. Ama dediğim gibi, çeşitliliğin dozu kaçıyor bazen. Açık ayakkabıdan kırmızı ojeli ayak parmakları görünen bir başörtülü gördüğüm zaman, ben de irkiliyorum. Çok doğal olarak herhalde bir aile baskısı var işin içinde diyorum, ama sonra, hatun kişinin böyle algılanmak istediği ihtimali geliyor aklıma. Çünkü her şeyi aynı anda isteyen eklektik bir insan sözkonusu artık. Muhafazakarlar da bu eğilimden bu savrulmalardan azade değil. Her yemeğe kaşık sallayayım ama zayıf kalabileyim, hem kariyerimde durmaksızın yükseleyim hem de çocuğuma çok iyi bir anne olabileyim, hem kadere iman edeyim hem tüm ipler elimde olsun, hem çok iyi bir koca olayım hem sevgililerim olsun, hem herkes beni mütevazi bilsin hem cipim olsun denilebiliyorsa, bu saydıklarım mümkün olabiliyorsa, bu mantığın çoğaltımı sayesinde birilerinin aklına da hem çok süslü ve frapan olayım hem de başımı örteyim gelebilir. Diğerlerinden daha çok göze çarptığı kesin ama çok önemli bir fark yok diğer durumlarla bunun arasında.

Bu muhafazakarlık modernlik gelenek dindarlık döngüsünde kadın hep netameli bir yerde duruyor, siz de aman bu konu yeterince çetrefelli deyip kendinizi tutmuyorsunuz. 'Maktulun bir Femme Fatale olarak portresi ' başlıklı yazınıza sert eleştiriler geldi. Hem de kendi gazetenizden. Ne düşündünüz okuyunca, ilk tepkiniz ne oldu?

‘Too good to be true’ diye bir İngiliz deyimi var, herhalde işler gerçek olmak için fazla iyi gidiyordu, gerçek olamayacak kadar iyiydi . İlk 23 günden bahsediyorum. Bana bu tepkileri veren, köşelerinden ‘seninle tartışılmaz ‘ deyip gayet kaba bir biçimde hadi oradan çeken insanlarla arkadaş olduğumu bile sanmıştım. Aslına bakarsan ilk başta gayet anlayışla karşılamaya çalıştım durumu. Keyfimi bozmak istemiyordum çünkü. Doğan beyi aradım gülerek, bu ne ? dedim, ‘demokrasi’ dedi. ‘Haaa iyi, herkes için yeterli miktarda demokrasiniz vardır umarım’ deyince o da gayet sakin ‘tabii ki Nihal hanım siz de cevap yazın ’ dedi. Herkesin fikrini ifade edebilmesi güzel bir şeydir sonuçta ama pazartesi günkü nüshayı görenin Çarşamba günü benim verdiğim cevabı okuyacağının bir garantisi yok, nitekim hala o günkü nüshanın gazıyla orada burada gayet manasız şekilde bana çemkirenler var. Dolayısıyla bunun telafisi yok. Üstelik ben bu gazetenin yazarıyım senin de dediğin gibi. Kendi yazarına aynı gün içinde üç köşe yazısı bir polemik sayfası ile yüklenen başka bir gazete hatırlayamayınca, keyfim kaçtı diyebilirim. Dahası telefonlarım hiç susmadı ve kendileri de ‘merkez medyada’ çalışan arkadaşlarım durumun hiç hoş görünmediğini söylediler. Yaa işte gazeteni bırakır oralara gidersen bunlar olur diyenlere, ‘yok aslında kötü bi niyet …arkadaşlar..hani demokrasi.. estek kelestek’ diye gazetemi savunmak durumunda kaldım ki, görünen bunun bana düşmediğiydi artık. Benim yazımı değil, o günkü gazeteyi gören maktul çevrelerinin ‘sen kızımıza o…pu demişsin, Allah da senin cezanı versin’ telefonları ise artık can acıtıydı. Son kertede iyimserliğin lüzumu yok, bunları hak ettiğimi düşünmüyorum.

Kırgın mısınız?


Kırgınım ve kızgınım. Yazımın üzerinden ‘her cazibeli kadın öldürülmeli mi?’ başlığını da çok sorumsuzca buldum. Hesapta ben ‘cinayetleri meşrulaştırmak’ ile suçlanıyorum, ama böyle bir başlık atılarak bana malediliyor ve bu sorunun adamın birininaklına yatmasından hiç çekinilmiyor. Hiç çekinilmediği halde, müthiş sorumlu yazar tavrıyla üst perdeden yazı yazan arkadaşa sesleniyorum, mevzuu buysa, cinayetleri meşrulaştırmamak ise bu başlık açıktan teşvik edici değil midir diye, acımasızlıktan bahsediyor çünkü, hakkaniyet duygusu taşıyor belli ki, o da yanıt olarak demagoji yapmayı ve hatta hakaret etmeyi seçiyor. ‘ben senin yazın hafızalardan kazınmalı dedim, hafızalara kazımak demedim filan diyor.. İyi de arkadaşım, sen bu yazıyı kazıyarak ya da kazınarak , bir kara leke olarak lanse ettin mi etmedin mi?

Şimdi iki harfin ardına sığınıp bir gazetenin kendi yazarını ‘her cazibeli kadın öldürülebilir’ demiş gibi sunmasını hangi etik anlayışa sığdırıyorsun? Ama hayır, ‘Demek ki neymiş seninle tartışılmazmış’ gibi cevaplar alıyorum. İyi o zaman ‘kadın açık saçıksa bu katili ilgilendirmez’ gibi evlere şenlikoğlu ,
akıllara ziyan görüşler verenlerle tartışın. Size bu ‘grotesk konsensus’da mutluluklar dilerim.

Sözlerinizden size yönelik bir kasıt olduğunu düşündüğünüzü anlıyorum. Sadece fikir ayrılığı olamaz mı? Çünkü her gazetede farklı düşünenler,
birbirleriyle çok sert tartışmalara girebiliyor. Normal değil mi zaman zaman tartışma çıkması?


Gazetenin ilk ayı dolmadan pek normal değil. Bunun bu ekibe dışarıdan, başka bir mecradan katılan birine karşı yapılması normal değil. Üstelik, ben gazetedeki yöneticilerime ‘siz gazetenin hedef kitlesini benden çok daha iyi tanıyorsunuz, yapı oturana kadar, bu anlamda beni yönlendirin, okurun tepki göstereceği, ya da yanlış anlamalara mahal verebilecek bir durum olursa beni uyarın’ demişim. Müdaheleye hayır ama yapıcı yönlendirmeye evet demişim. Yöneticilerim de bu duruma ‘elbette, siz rahat olun, sorun
yaratabilecek bir şey görürsek yönlendirme yaparız ’ diye cevap vermişler.

Durum bu iken, yazıyı teşrih etmem istenseydi, memnun olurdum . Yazıişlerindeki kadınların ‘kendisiyle yan yana bile gelmeyiz’ filan demiş olmalarını medyatavadan öğrenmem ise tüy dikti diyebilirim. Siz medyada çalışan ve bu denli onuruna düşkün kadın çalışanlar olarak merkez medya ürünlerinin hemen hepsindeki soruna, kadın bedeninin sayfa sayfa teşhir edilip metalaştırılmasına hiç ses etmeyeceksiniz, her köşede seksist ve ayrımcı bir erkek bakışaçısıyla karşılaşacak ve onunla uzlaşmayı tercih edeceksiniz, sonra benimle yan yana gelmeyeceksiniz öyle mi? Kimse kadınlık gururunu ve onurunu benim üzerimden temize çekmeye kalkışmasın, bu gülünç bir çaba olur, kimse de bunu yutmaz.

Nilay Örnek ekteki yazısında keşke cevap yazısını yazmadan önce o yazısına tepki gösteren insanları bir arasaydı, neden öyle dediniz ki diye sorsaydı diyor… Buna ne dersiniz?

Aynı şeyi benim beklemem gerekmez mi? Ben Nilay hanımın ve aynı tepkileri veren ekürinin görüşlerini yığma halde pazartesi günü gazeteyi açınca mı görmeliydim? Polemik sayfasına ‘böyle bir görüşün benim bulunduğum bünyede yer alması beni sinirlendiriyor’ gibi sözler sarfetmek yerine, Pippa Bacca’nın ölümünü karikatürize edenlerle beni bir tutmadan önce bana bir sorsaydı Nilay, Nihal hanım siz ne demeye getirdiniz diye? Sonuçta ben, kadınların bu coğrafyada her nedenle dayak yediğini ve şiddete uğradığını reddeden biri değilim, bununla ilgili defaatle yazmış biriyim ve bazı muhafazakarların gözünde tescilli erkek düşmanı haline gelmiş durumdayım, gelin görün ki kadınların şiddet görmesine duyarsız biriymişim gibi muamele görüyorum. Evet kadın her nedenle öldürülebiliyor, benim dediğim, kadının ‘sırf’ bu nedenle de öldürülebildiği. Sırf güzel olduğu için, sırf çekici olduğu için bile öldürülebildiği. Benim dediğim kadında erkeğin zaman zaman baş edemediği bir gücün bulunduğu, erkeğin bu gücü inhibe etmek için o gücün kaynağını yok etmeye dönük bir pozisyon alabildiği. O pozisyonun öldürmeye kadar gidebildiği. Bunları söylemişim. Ve bu bilimsel yanı da olan bir realitedir artık, kopan yaygaraya bak. Neyse artık, olmuş bir kere deyip geçeceğiz.

Peki kendi yazınızda hiç hata aradınız mı? Güzelliği tarif ediş biçiminiz insanları kızdırmaya ve yanlış anlaşılmaya müsait olabilir mi?

Bakın anlamadığım şu . Haşmet Babaoğlu Vatan gazetesinde defaatle “Güzelliğin soğuk geometrisi erkeklerin asabını bozar.
O geometriyi bozmak, kırmak, dağıtmak ister erkek. Ve ancak parçalardan birine fetişist gibi bağlanır. Güzellik yarışmalarında derece alacak kadar
güzel kadınların sevgililerince dövülmesi, öldürülmesi bu bakımdan tuhaf karşılanmamalı…’ diye yazdı. Kendisine sordum ve doğruladı. Bu cümleler benim yazdığım şeyle mantalite olarak neredeyse aynı. Haşmet bey bunları Gazete Habertürk’te yazsaydı, yazı işlerini ayağa kaldıran
hemcinslerim bu şekil bir tutum sergileyecekler miydi? Cevabı size ben vereyim: Elbette hayır . O zaman tehlikeli bir yere geliyoruz. Demek ki bazı
arkadaşlarımız benim yazdıklarımı benim muhafazakar tarafım üzerinden süzerek alımlıyor ‘ başkası derse güzel, ama bu kadın diyorsa kötüdür’ bir bakışaçısı var. Bu bakışaçısıyla yüzleşilmediği sürece buradan diyalog türemez.

Tabii henüz acıların taze olduğu bir zaman diliminde eline ameliyat eldivenleri geçirip soğuk bir ifade takınmış olmam belki asıl sorun. Fakat gerçek şu ki, görünürde pencereden düştüğü için ölmüş görünen bir kadın gerçekten bu yüzden mi öldü, düşmeden önce kocası ya da sevgilisi tarafından öldürülmüş müydü, bunu anlayabilecek tekniğe vakıf olacak kadar polisiye yorgunuyum. ‘Aman şimdi ben başörtülüyüm, yanlış anlaşılır, en iyisi yazının bir yerinde tesettürlülere ya da dindarlara çakayım da, durum eşitlensin’ filan gibi akla ziyan denklemler kurmak da aklıma gelmedi doğrusu.

İlk örnek olduğundan olsa gerek Ahmet Hakan’la kıyaslanıyorsunuz. Hoşunuza gidiyor mu bu? Ahmet Hakan, yeni mahallesinde de kısa sürede en sevilen, en çok okunan yazarlardan biri oldu. Sizin için de ikinci Ahmet Hakan olacak diyorlar. Malum Ahmet Hakan eski mahallesini de en sert eleştirebilen isimlerden biridir. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?


Ahmet Hakan , söylediğiniz gibi bir yönüyle başarı ölçüsü. Kıvrak bir zekası var, iyi bir kalemi ve kısa sürede Hürriyet’in en çok okunan yazarı
oldu. Bu açıdan yapılan kıyaslamalar beni elbette sevindirir. Ama bir yönüyle de bir değişim öyküsüdür Ahmet Hakan. Ama Hürriyet’e geçeceği
için değişmiş değildir. Hürriyet bunu rahatlıkla deklare ettiği bir yer oldu sadece.. ‘Eski mahallem’ dedi, ‘eski İslamcı dostlarım’ dedi, ‘ben eskiden…’
diye başlayan cümleler kurdu ve bu yüzden çok şiddetli tepkiler aldı. İslamcı bagaja sahip olduğu halde merkez medyada yer alabilme bağlamında bir
‘ilk’ti ve ilk olmanın zorluklarının altından kendi tarzını ortaya koyarak kalkmayı başarmıştır. Ama ortada kıyaslamayı gerektiren bir hal göremiyorum.
İkimiz arasındaki ortak noktalar, muhafazakar camia kökenli olmamızdan ve şimdi merkez medya denilen mecrada olmamızdan öteye gitmiyor. Farklı
hikayelere sahibiz. Şöyle ki, mütedeyyin kesim çok geniş ve aslında sanıldığından daha heterojen. Onun eski mahallem dediği ve sıtkının sıyrılmasına neden olan geçmiş tecrübeleri ile benimkiler örtüşmüyor. Ben onun eski mahallem dediği yer ve kişilerle yaşadığı türde ve şiddette olumsuzluklar yaşamadım sanırım. Belki farklı dindar tipleriyle karşılaştığımız için, belki ben kadın olduğum için ve insanlar kirli bohçalarını kadınların
yanında açmadığı için. Benim basından tanıdığım bir çok simayı Ahmet Hakan ‘içerden’, yıllar öncesinden tanıyor, maskelerini çıkarttıkları anlarda
nasıl kimseler olduklarını biliyor belki. Dolayısıyla eski mahallesine çok dolaysız ve sert eleştiri yapmasının arkasında belki böyle bir birikimin
etkisi vardır bilemiyorum. Benim böyle bir bagajım yok.

Dolayısıyla Ahmet Hakan fenomeninin benim açımdan bir iyi bir kötü yanı var. Ahmet Hakan’ın merkez medyadaki bariyeri öyle ya da böyle kırması,
bir tabuyu yıkması ile Habertürk’ün cesur bir adım atıp, halihazırda başörtülü olan bir yazarı alması arasında kuşkusuz bir bağlantı var.
Kötü tarafı da şu ki, muhafazakarlıkla ilgili oldukça ağır lafları Zaman’da sarfettiğimde kimse bir şey demiyordu; bugün ise bırakın muhafazakarlık
eleştirisini, bir küçük AK Parti eleştirisinde bile hemen Ahmet Hakan’laşıyorsunuz, değiştiniz diyen maillere maruz kalıyorum. Dolayısıyla kendisini hem tebrik etmek hem de bir güzel dövmek gibi isteklerim var. Latife bir yana, sayemde Ahmet Hakan’ın değeri ve kıymeti artacak gibi görünüyor.
Magazin ekinden Rahşan hanım, Kılıçdaroğlu ile ilgili izlenim yazıma ne yapıp edip türban meselesini soktuğumu çünkü türban kompleksim olduğunu
yazmış ve Ahmet Hakan kadar rahat olamadığımdan dem vurmuş mesela.

Oysa Ahmet Hakan’ın da bu ülkedeki yasaklarla ilgili bir problemi var ve takip ettiğim kadarıyla bu hiç değişmedi. Ve yazımın sadece iki yerinde başörtüsüyle ilgili gözlemlere yer veriliyordu. Ama bu bile fazla gelmiş Rahşan’a ve Kılıçdaroğlu’nun kişiliğiyle ilgili söylediğim olumlu şeyleri de görmezden gelmiş. Bu ‘madem bi açılım yaptın tam yap da görelim’, durumu insanı kendi muhafazakar, İslamcı yanına doğru kışkırtır, benim yerimde Ahmet Hakan olsaydı ne yapardı bilmiyorum, ama son günlerde olanlar, bu dokundurmalar filan, insana eksik kalsın Woody Allen da izlemeyiz, Creme Brule de yemeyiz dedirtip Karacoğlan- Mevdudi hattına bağlatabilir yani . Kimin aklına gelir? Düşünsene, gayet light bir dindar olarak geliyor ve burada bir Rabiatül Adeviyye’ye dönüşüyormuşum. Süper . Anlat anlatabilirsen artık millete bu etki – tepki – ters tepti hikayesini..

Transferiniz dolayısıyla eski mahalle, yeni mahalle gibi kavramlar yeniden hatırlandı. Bu 'farklı mahalle' tanımını da pek sevmiyorum aslında çünkü yarattığı algı şöyle; Etiler ve Fatih gibi. Hani aşırı farklı, biri çok kötü diğeri çok iyi, biri herkesin oturmak isteyeceği diğeri şartlar nedeniyle oturmak zorunda kalınılacak da şartlar düzelirse hemen taşınılacak gibi.. Siz mahalle değiştirdiğinizi düşünüyor musunuz, ya da bir mahalle olsanız hangi mahalle olurdunuz?

Mahalle metaforu bazı kontrastları ifade etmek açısından kullanışlı ve nitekim hepimiz kullanıyoruz, ama haklısın, mahalle isimleri üzerinden metafor üretmek çok da sağlıklı bir şey değil. Nasıl ki İstanbul Etiler ve Fatih’ten oluşmuyor , hayat da böyle vagonlara mahallelere ayrılmış bir şekilde gitmiyor. İnsanın evinin Fatihte işyerinin Etiler’de olması nasıl mümkünse, bir insanın bir mahallenin bagajını tümüyle iktisap etmeden iki hatta üç mahalle arasında mekik dokuması da mümkün. Hatta hayat böyle. Üstelik bunun Bahçelievler’i var, Merter’i var, İstinye’si, Kuzguncuk’u var. Şu saydığım semtleri Fatih mi temsil eder Etiler mi? İkisi de etmez. O zaman yok mu sayacaksınız? Oysa onlar makul çoğunluk ve mahalle dendiği zaman ne tuhaftır ki ortaya konulan metaforlar onları es geçiyor. Bu Fatih-Etiler, Üsküdar-Nişantaşı kontrastları,
karşıtlıkları Türkiye’nin umrunda değil nitekim, fakat medyadaki bakışaçısı, Türkiyeyi bu iki mahalle etrafında saf tutmaya çağırıyor sanki,
bazen de özellikle bir cedel yaratılması için kullanılıyor bu iki mahalle indirgemeciliği. . ‘Hayat tarzı’ etrafında. Bu bağlamda soruya dönersek,
ben mahalle değiştirmek istediğim için, hayat tarzımı değiştirdiğim için Habertürk’e geçmedim. Ya da hayat tarzımı değiştirmiş idim de kendime uygun bir zemin/işyeri arıyordum, burayı buldum diye bir durum yok. Ben hep alacalı ve kırçıllı bir kişi oldum ve gazetemiz çoksesli bir yapı olmak
istediği ve farklı siyasi kültürel görüşleri, eğilimleri yansıtabilen bir gazete olmayı temenni ettiği için benimle anlaştı diye düşünüyorum. Bu durumda benim kalkıp da ‘ben değiştim’ diye ortaya çıkmam benim eski okurlarımdan çok yeni gazetemi zor durumda bırakır gibi geliyor. Asıl endişe verici olan benim saçı başı dağıtıp elimde bir kadeh martini ile Altaylı’nın odasına dalmam ve ‘Fatih bey , ben değiştim de, alemlere nereden akılıyordu? ’ demem olur emin ol. Böyle bir şey olacağından değil , ama olsa asıl fecaat o olurdu gazete açısından. Bu, İslami görüşü temsil etmek için buradayım anlamına da gelmiyor. Beni aşar o. Zul addedeceğimden değil, sahiden aşacağı için. Mutlak surette doğru, iyi ve dinen güzel olan tavrı her koşulda
geliştiremeyeceğim için. Normal şartlarda benden müftü ya da molla tavrı çıkmaz, ama kendi varoluşunu değilleyen bir tavır da çıkmaz. Ne Etiler ne Fatih, ben Taksim-Tünel-Beyazıt senteziyim herhalde. Semtler üzerinden bir tanımlama yapacaksak.